Kâbusun Ardındaki Yüz Kozmik korku hikayesi

Omnissiah

80+ Bronze
Katılım
1 Eylül 2021
Mesajlar
1,119
Reaksiyon skoru
696
“Ben bir yüz gördüm… Uyandığımda hâlâ oradaydı… Galata’nın altında o maskeyi taşıyanlar yaşıyor. Uyuyan Tanrı uyanırsa, bizler sadece etten kalıplar oluruz…”


Bana gelen mektubun zarfı inceydi. İnce ve gri. Üzerine zar zor okunabilen bir el yazısıyla adım yazılmıştı: “İhsan Tevfik”. Kargoyu getiren çocuk kapımda iki defa vurduktan sonra hemen geri çekilmişti. Sanki kendisine lanet bulaşacakmış gibi.

Benim için bu sıradan bir sabah değildi. Şişli’deki küçük apartmanımda, eski Türkçe yazıtları çevirdiğim sessiz bir sabaha uyanmıştım. Yaz kış fark etmeksizin içeriye hafifçe rutubet kokusu sinmiş olurdu. Kaloriferin gürültüsüne alışmıştım; ancak o gün, sessizlik içimde yankılanıyordu.

Zarfı açtım. İçinden tek sayfalık bir mektup düştü. Mektup, eski dostum, yazar ve araştırmacı Cemil Raşit’e aitti. Mektubun tarihi yalnızca üç gün öncesine aitti. Ve içeriği... doğrusu, hâlâ aklımdan atamıyorum:

“İhsan,
Geceleri artık uyuyamıyorum. Yüzünü gördüm. Gerçek bir yüz değildi bu. Tanımsız, sınırları olmayan bir varlığın yüzüydü. Bana bakmadı, ama ben onu gördüm.

Galata’dalar. Maskeliler. Uyuyan Tanrı uyanacak. Yardımına ihtiyacım var.

Geç kalma.
Cemil.”

İlk başta bir şaka sandım. Cemil zaman zaman gizemli şeylerle ilgilenirdi. Eski papirüsler, kayıp diller, halk efsaneleri... Ama bu mektuptaki his, öyle değildi. Delilik gibi değil; çaresizlik gibiydi.

Öğlene doğru, Beyoğlu'ndaki dairesine ulaştığımda sokakta polisler vardı. Kapının önünde bekleyen komşuların yüzleri solgundu. Beni tanıyan apartman görevlisi başını öne eğdi:

“Allah rahmet eylesin efendim… Beyefendi dün gece vefat etmiş…”

Donup kaldım.

Cemil’in dairesine girerken beni gri ceketli bir polis memuru karşıladı. İsmi Komiser Reşit’ti. Orta yaşlı, yorgun bakışlı bir adamdı.

“Siz dostu muydunuz merhumun?” diye sordu.
Başımı salladım.
“Yalnız yaşamış. Kapıcı sabah erken saatlerde garip bir koku fark etmiş. Kapıyı kırıp girince...”

Cümlesini tamamlamadı. İçeriye girdik.

Salon karanlıktı. Perdeler kapalıydı. Kütüphane darmadağındı. Ortada devrilmiş bir masa vardı. Ama asıl gözüm salondaki halının kaldırıldığı köşeye takıldı. Zemin, siyah kömürle çizilmiş garip dairelerle doluydu. Dağınık bir spiral. Dairenin ortasında, metal bir çiviye saplanmış bir maske vardı.

Maske… insana ait değildi. Altın rengindeydi ama oksitlenmişti. Üzerinde geometrik desenler ve yazılar vardı. Harfler tanıdıktı ama bir araya geldiklerinde hiçbir anlam vermiyordu.

Komiser Reşit, maskeye bakarak homurdandı:

“Bunu Tophane’deki müzeye götüreceğiz… Belki Osmanlı döneminden bir tiyatro maskesi…”

Ama ben öyle düşünmüyordum. O şekiller… bir şey çağırıyordu beni.

Ertesi gün, Cemil’in kitaplarının arasına saklanmış eski bir defter buldum. Kapak yoktu. Sayfalar lekeli, kenarları yanık gibi kararmıştı.

İlk satır:

“Maskenin ardında bir yüz yok. Yüzsüz olan, bizi görürken biz körüz.”

Defter boyunca çeşitli yerlerde isimler geçiyordu:


  • Kara Adam
  • Altın Yüzlü
  • El-Sârûn
  • Yüzü Olmayanlar

Ve bir yer notu:

“Galata’nın altındaki tünelde. Eski metro değil, daha derin. Harita yok. Ama ayin günü seslerini duyarsan, yolu bulursun.”

Bunlar delilik mi, yoksa kozmik bir gerçeğin yankısı mıydı?
Cemil’in defterindeki notlardan biri, köşesine kahverengi mürekkep ile yazılmış kısa bir adres içeriyordu:

“Mukaddes Efendi – Asmalı Mescit, Meşrutiyet Cad. No: 42”
– Gece gidilmez.

Bu ismi daha önce duymamıştım. Fakat Asmalı Mescit’e giden yollar bana tanıdıktı. Eski bir Osmanlı hanının alt katında, yıkılmaya yüz tutmuş dükkanlarla dolu bir geçide girdim. Karanlıktı; öğle vakti olmasına rağmen sanki güneş buraya hiç uğramıyordu.

Kapıda yazı yoktu. Ama içeri adım atınca önce tavan boyunca uzanan tütün kokusu, ardından yoğun bir misk buharı karşıladı beni. Raflar dolusu kitap, papirüs ve cam fanuslar vardı. İçerisi loştu. Taş duvarlara gölgeler vuruyordu.

Sonra o sesi duydum:

“Cemil gönderdi seni...”

Dükkânın arka köşesinden, siyah cübbe giymiş, bembeyaz sakallı bir adam çıktı. Gözüme ilk çarpan şey, gözlerinin biri siyah, diğeri süt beyazıydı.

“Benim adım Mukaddes. Eskiden Mısır’da okurdum. Şimdi buradayım. Burası da bir mezar gibidir artık. Sen maskeyi gördün değil mi?”

Nefesim tutuldu.
“Maskeyi nereden biliyorsun?” dedim.
Gülümsedi.
“Cemil onu bana getirmeliydi. Ama korktu. O maskeyi uzun zaman önce arıyorduk. O, bir Tanrı’nın diliydi evlat... Altın Yüzlü’nün.”

Mukaddes, cebinden bir parşömen çıkardı. Üzerinde spiral bir sembol, ortasında da insana benzeyen ama gözsüz bir yüz çizilmişti.

“Bu sembolü görürsen, kaç. Onlar gözsüzdür ama görürler. İnsan suretinde gezseler de gözlerinden tanırsın: Bakmazlar. Süzülürler.”

“Kim onlar?” diye sordum.

“Yüzü Olmayanlar. El-Sârûn. Kadim zamandan kalma varlıklar. İnsan gibi davranırlar. Ama onlar ibadet eder. Uyuyan Tanrılarına. Nyarlathotep der bazıları, bazıları Kara Adam... Ama bizim İstanbul'da, ona Altın Yüzlü derler.”

Titredim. İçimden bir yerden bir soğuk yükseldi.

“Galata’ya inme,” dedi Mukaddes, “ama ineceğini biliyorum. Aşağıdaki tünelleri bir tek onlar bilir. Onların çağırdığına karşı koyamazsın. O maske seni çağıracak.”

“Ne istiyorlar?”

“Seni. Bizi. Şehri. Onlar, bu toprağı Tanrıları için hazırlıyorlar.”

Kapıyı açmadan önce Mukaddes bana küçük, kurumuş bir göz boncuğu verdi.


“Bu hiçbir şeyi durdurmaz. Ama seni görmelerini zorlaştırır. Bir gün onu kıracaklar, biliyorum. Ama o gün sen karar veriyor olacaksın.”



Yavaş adımlarla dükkândan çıktım. Sokaklar daha sessizdi. Sanki gölgeler uzamıştı. Ve o gece ilk defa... rüya gördüm.

O gece, Mukaddes’in dükkânından döndüğümde evde her şey yerli yerindeydi. Ama yine de huzursuzdum. Lambanın ışığı normalden daha sarı, daha solgun görünüyordu. Sanki başka bir renge dönüşüyordu gözümün önünde. Duvar saatinin tik takları kalbime ağır darbeler gibi çarpıyordu.


Yatmadan önce Cemil’in defterini bir kez daha karıştırdım. Sayfaların arasında, diğerlerinden farklı bir dokuya sahip olanı fark ettim. Parşömen kâğıdı, köşeleri garip bir şekilde ovalleşmişti. Sayfada yalnızca bir satır vardı:


“Yüzü olanı değil, ardındaki karanlığı izle.”

Bu satırı okur okumaz göz kapaklarım ağırlaştı. Gözlerim kapanmadan önce lambanın titrediğini gördüm. Sonra uykuya düştüm. Ya da... öyle sandım.

Boş bir şehirdeydim. Gri taşlardan yapılmış, devasa sütunlarla çevrili bir meydanda tek başımaydım. Gökyüzü siyah değil, daha çok doymuş bir karanlıktı. Yıldızlar yer değiştiriyor gibiydi.


Sonra ses geldi. Ne kadın ne erkekti. Ne insana ne hayvana benziyordu. Bir fısıltı değil, doğrudan ruhuma işlenmiş bir kelime gibiydi:

“İhsan...”

Sesin geldiği yöne döndüm. Orada, tam karşımda, bir figür duruyordu.


Boyu normaldi. Siyah bir kaftan giymişti. Ama yüzü yoktu.


Yani... bir yüz vardı. Altından yapılmış, pürüzsüz. Ama gözleri yoktu. Dudak yoktu. Hareket etmiyordu. Fakat onun bana baktığını hissedebiliyordum. Öyle bir bakış ki, sanki bütün hayatım, bütün korkularım, en karanlık düşüncelerim onun tarafından yutuluyordu.

Yürümeye başladı. Ayak sesleri yoktu. Ama her adımında etraf kararıyor, sütunlar çatlıyordu. Uzanıp bana dokunduğunda... hiçbir şey hissetmedim.

Sadece bir kelime duyuldu:


Sabaha karşı titreyerek uyandım. Teri iliklerime kadar hissettim. Lambam açık kalmıştı ama ışık, gece boyunca kısılmış gibi soluktu. Odanın köşesinde bir karanlık yoğunlaşmış gibiydi.
Cemil’in defteri yatağımın kenarında yere düşmüştü. Sayfası açılmıştı.

Açık sayfada yeni bir satır vardı. Önceki gün orada değildi, yemin edebilirim.

“Rüyada dokunduysa, artık seni tanıyor.”

Yutkundum.


Sonra kapıya vurdular. Sertçe. Üç kez. Aynı aralıklarla.

Kapıya yürüdüm. Ama açmadım. Dışarıdan bir ses yoktu. Fakat kapının altından bir şeyin süründüğünü gördüm.

Küçük, sararmış bir kartvizit:

“Dimitri Elvanidis – Kadıköy Yetimhane Kütüphanesi”

Arkasında ise yalnızca üç kelime:
“Bize gel. Daha fazlasını biliyorsun.”

Kadıköy, rıhtımdan içeri doğru kıvrıldığında başka bir şehre dönüşür. Bahariye Caddesi’nden uzaklaştıkça kaldırım taşları yaşlanır, tabelalar eski yazılarla dolmaya başlar. Adeta 1920’ler İstanbul’u, gri bir perdeyle bugünün üstüne çöker.

O sabah vapurdan indiğimde deniz olağandışı derecede sakindi. Sular cam gibiydi ama gökyüzü bulutluydu. Yağmur yoktu fakat havada garip bir elektrik vardı — şimşek çakacakmış gibi bekleyen bir gerginlik.

Kartvizitte yazan adrese ulaşmam uzun sürmedi. Kadıköy Yetimhane Kütüphanesi, Moda tarafında, yokuşun sonunda eski bir Rum binasıydı. Kapısı tahtaydı ama üstü çiviliydi, üzerinde “KAPALI” yazısı beyaz boyayla boyanmıştı.

Yine de kapının yanındaki küçük zili çaldım. Hiç ses gelmedi.

Ama sonra… içeriden tıkırtılar.

Ardından kapı yavaşça açıldı. Yalnızca baş parmak kalınlığında bir aralık. Aralıktan dışarı uzanan yaşlı bir el kartviziti aldı. Sonra ses geldi — cılız ama net:

“Gelin içeri. Dimitri Bey sizi bekliyor.”

Kapı açıldığında içerisi toz ve kitap kokusuyla dolu loş bir salondu. Raflar tavana kadar uzanıyordu. Her şey ahşaptandı. Zemin yumuşak gıcırdıyordu. Sıcaklık yoktu, ama üşümüyordum da. Bir tür zaman dışı hissi vardı burada.

En dipte, pencerenin önünde bir masa, masanın arkasında ise zayıf, kır saçlı, çökük omuzlu bir adam oturuyordu. Gözlüklerinin ardındaki gözleri hemen üzerime kilitlendi.

“İhsan Bey,” dedi.
“Sizi çok uzun zamandır bekliyoruz.”
Dimitri Elvanidis, elini yavaşça masanın üzerine koydu. Parmakları arasında, deri ciltli ince ama eski bir kitap vardı. Üzerinde semboller… Arapça, Grekçe ve tanıyamadığım bir yazı bir arada.

“Bu kitap, ‘Gözsüzlerin Kitabı’ olarak bilinir. İstanbul’a 1780’de geldi. Kilise, tarikattan haberdardı. Ama sustular. Hep sustular. Çünkü bu bilgiye sahip olmak… cehennem gibi bir lanet.”

Kitabı bana uzatmadı. Ama sayfalarını çevirdi. Her biri bir kâbus gibiydi:

  • Gökyüzünde gezinen kara kuleler
  • Altın maskeler takmış rahipler
  • Gözsüz çocuklar
  • Spiral şeklinde dans eden insanlar
  • Ve bir Tanrı… şekilsiz… diliyle dünyaya dokunan bir şey

Dimitri sesini alçalttı:

“Altın Yüz, Nyarlathotep’in yüzlerinden yalnızca biri. Her kültür onu başka bir isimle tanıdı. Biz Rumlar ona Chrysóprosopos deriz. ‘Altından Yüz’. O bir Tanrı değil. Tanrı’nın elçisi. Ama çağrıldığında Tanrı’nın kendisi de uyanır.”

“Bu şehir onun altına kurulmuş. Biz yerin üstünde yaşarız, ama alt katmanlar... çok daha yaşlıdır.”

Elini kaldırdı ve yukarıdaki tavana doğru işaret etti:

“Burası bir yetimhane olarak kullanılırken bazı çocuklar... kayboldu. Onları bulamadılar. Ama her kaybolan çocuğun odasında bu sembol vardı.”

Masaya eski bir sayfa koydu. Spiral içinde bir gözsüz yüz.

“O sembolü gördüğünde koş. Çünkü onlar çoktan seni seçmiş demektir.”

Dimitri ayağa kalktı. Bastonuyla rafların arasındaki dar bir geçitten yürüdü. Kitaplarla kaplı duvarın arkasında gizli bir kapı açtı. Aşağıya inen taş merdivenler ortaya çıktı.

“Bu bodrum eskiden morgdu. Ama altına giden başka bir kat daha var. Osmanlı burayı zindan olarak da kullanmış. Ama en altta... bizim bilmediğimiz bir yapı var. Orası artık onlara ait.”

İkimiz aşağıya inmeye başladık. Merdivenler ıslaktı, taşlar yosun tutmuştu. Adımlarımız yankılanıyordu ama sanki yankılar fazlaydı. Sesimiz bir değil, üç dört farklı ses gibi dönüyordu.


Aşağı indikçe ışık azaldı. Sonunda küçük bir fener yaktı. Tavandaki taş oymaları görmemle irkilmem bir oldu: spiral semboller... yıldız hizaları... insanımsı figürler. Ama hepsinin yüzü boştu. Gözsüz, burunsuz, dudaksız...

Ve sonra… fısıltılar başladı.

“İhsan... İhsan... uyandı...”

Dimitri panikle geri döndü.

“Sakın konuşma,” dedi. “Şu an bizi duyuyorlar. Bu yer, onların gözü.”

Ama çok geçti.

Taş duvardaki sembollerden biri, hareket etti.

Spiral döndü. Sanki taş duvarda değil, başka bir boyutta açılıyordu. Fener titredi. Gözüm karardı. Geri çekilmek istedim ama ayaklarım taş gibi ağırlaştı.

Sonra o ses:

“Sen geldin. Şimdi diğerleri de gelecek.”

Dimitri kolumdan tuttu ve beni yukarı çekti. Merdivenleri çıkarken o fısıltılar kulaklarımızdan gitmedi. Kapıyı kapattığımızda o duvar, o geçit... kaybolmuştu. Sanki hiç olmamış gibi.

“Şimdi sana yardım edemem,” dedi Dimitri.
“Ama gitmen gereken yer belli: Galata.”

O an dışarıdan kilise çanları çaldı. Ama İstanbul’da çan sesi yoktu artık. Ya da olmamalıydı.

Galata, yokuşlarıyla konuşan bir semttir. Her taş, her basamak, eski bir ismin yankısını saklar. Buraya geldiğimde hava açık ama soluktu. Kuşlar ötmüyordu. Herkes vardı ama sokaklar sessizdi. İnsanlar yürüyordu ama ayak sesleri yoktu.

Dimitri’nin bana verdiği notta bir adres yazıyordu:

“Kevork Antunyan – Kuyumcu, Bereket Han, Kat 3”

Bereket Han… Tünel’e yakın, dışı paslı demirle kaplı eski bir ticarethane. Camları örümcek ağı gibi çatlamış. Merdivenleri gıcırdayan, ama hâlâ ayakta duran yapılar gibi; İstanbul’un hatırlamak istemediği geçmişine ait.


Üçüncü kata çıktığımda kapının üzerinde altınla yazılmış, Ermenice bir tabela gördüm.
“Անտունեան Ոսկերչություն”
Altında Türkçe küçük harflerle: “Antunyan Kuyumculuk – Kuruluş: 1879”

Kapıyı çaldım. İçeriden boğuk, yavaş bir ses geldi:


Kapıyı açtığımda, içerisi tahmin ettiğimden çok daha büyüktü. Duvarlar boyunca raflar dizilmişti; üzerinde altın parçaları, figürler, maskeler, yüzükler. Bazıları parlak, bazıları kararmış. Her biri başka bir yüzyıla ait gibiydi.

Ve odanın ortasında, büyük bir masanın arkasında, elleri ellerimden eski görünen bir adam oturuyordu.

Kevork Antunyan.

Beni hiç tanımıyormuş gibi bakmadı. Aksine, gözleri bir tür kabullenmeyle buluştu benimkilerle.

“Sen maskeyi gördün,” dedi.

“Siz de mi?” diye sordum.
“Hayır,” dedi. “Ben yalnızca onun izlerini gördüm. Gümüşte. Altında. Kanda.”

Masasının çekmecesinden küçük bir kutu çıkardı. Kutu kadifeyle kaplıydı. Açtığında içinden minik, yuvarlak bir nesne çıktı. Ama bir yüzük değildi. Küçük bir maskeydi bu. İnsana aitmiş gibi duran ama gerçeklikten sapmış hatları olan… gözleri iki spiral, ağzı yok, alnında çatallaşan bir işaret.

Kevork gözlüğünü düzeltti, başını eğdi:

“Bu parça, Galata yangınından sonra burada bulundu. 1856. Eski Venedikli bir ailenin evinde. Herkes yangında öldü ama evin bodrumundan bu çıktı. Altından değildi önce. Gümüştü. Ama gümüş kararınca... insanlar parlıyor sandı. Oysa o yanan, insandı. Parlayan, maskeydi.”

Masayı parmaklarıyla tıklattı.

“Maske... kendini seçtirir. O kimseye ait olmaz. Ne taşıyan onu tutabilir, ne de unutan kurtulabilir. Yalnızca görenler lanetlenir.”

“Peki ne yapıyor bu maske?” dedim.

Kevork başını kaldırdı. Gözleri dolu ama boştu. Sanki anlatmaya hazırlandığı şeyin sadece bilgi değil, bir acı olduğunu biliyordu.

“Maske, göreni Tanrı'nın gözüne çevirir. Ama Tanrı derken, bizim bildiğimiz Tanrı’dan bahsetmiyorum. Bu, bütün sonsuzluğu tek bir anda gören bir varlık. Nyarlathotep. Onun binlerce yüzü vardır. Bizim kültürde yalnızca biri bilinirdi: Altın Yüz. Çünkü İstanbul, onun gözüdür. Bu şehirde her şey birbirine bakar.”
Kevork, dolabından deri kaplı eski bir kitap çıkardı. Bu kitap, hem Grekçe hem de Ermenice karışımı bir dille yazılmıştı. Ama içeriğinde üçüncü bir alfabe vardı. Onu daha önce görmemiştim.

“Bu,” dedi, “Sirenik yazısı. Yok olmuş bir halkın dili. Bazıları Atlantis’e bağlar, bazıları Mezopotamya’nın kuzeyine. Ama tek bir şey kesin: Bu dil, yalnızca ‘uyandırmak’ için kullanılırdı.”

Kitaptan bir satır okudu. Boğazında tıkalı kalır gibi bir sesle. Oda aniden soğudu. Raflardaki maskelerden biri yere düştü. Altın değil, sadece bakırdı ama yere düştüğünde çıkardığı ses, insan sesi gibiydi. Sanki biri "ah" demişti.

Kevork sayfayı kapattı.

“Bu maskeyi İstanbul'da beş kişi arıyor. Senin dışında dördü çoktan görmüş durumda. Ama biri... maske tarafından taşınıyor.

“Kim bu?” diye sordum.

Kevork derin bir nefes aldı. “Bilemem. Ama onu görmek için Galata’nın altına inmen gerek. Ve oraya yalnız inemezsin.”

Cebinden küçük bir adres yazılı kâğıt çıkardı:

“Tarihi Ceneviz Tüneli – Yüksek Kaldırım altı”
Seni bekliyorlar.

Tam çıkarken, Kevork beni durdurdu. Ellerimi tuttu. Soğuktu. Ama sanki içinde bir sıcaklık vardı. Yaşanmışlık, pişmanlık ve çaresizlik…


“Eğer maskeyi taşıyan sen olursan… sakın konuşma. Sakın kimseye göstermeye çalışma. Çünkü maskeyi gören... kendini görür. Ve insan kendini görmeye dayanamaz.”

“Bu şehir çok uzun zamandır uyuyan bir tanrının yorganı gibi. Sen onu katladığında, o uyanır.”

Kapıdan çıktığımda gün hala devam ediyordu ama gökyüzü... farklıydı. Mavi değil, ne siyah ne griydi. Sanki tanımsız bir renkti. Kafamda Kevork’un sözleri dönüyordu. Maskeyi taşımak. Kendini görmek. Kendini unutmak.

Galata Kulesi'nin gölgesi, Yüksek Kaldırım Sokağı’na akşam saatlerinde düşerken, taşların altında bir şey kıpırdanıyor gibiydi. İnsan bakınca göremez ama hisseder: Her adımda sanki derinin altındaki bir sinir teli çekiliyormuş gibi.


Sokağın altı artık kimsenin inmediği bir mezar gibi. Eski Cenevizliler tarafından inşa edilen tüneller, 1200'lerden beri oradaydı. Ama şimdiye dek yalnızca tarihçilerin ya da definecilerin konusu olmuştu. Oysa Dimitri'nin dairesinde gördüğüm sembollerle, Kevork’un verdiği metinlerin işaret ettiği tek bir şey vardı:
Bu tüneller bir geçitti.
Ve ben, artık geri dönemeyeceğim bir eşikten geçmek üzereydim.

Tünelin ağzı, Galata’daki küçük bir çay ocağının arka duvarındaydı. Duvara yaslanmış paslı bir dolap, Kevork’un tarifine göre kolayca oynatılabiliyordu. Altında bir kapak. Kapak açıldığında mermer değil, saf taş ve toprak kokusu çarptı yüzüme. Rutubet ve tarihin unutulmuş nefesi.


Elimde yalnızca bir fener. Cebimde Kevork’un verdiği minik maske. Kalbimde… bir şey eksikti. Belki umut, belki merak. Ama içimdeki sessizlik, dışarıdaki fısıltıdan daha çok korkutuyordu beni.


İndim.

Tünel dar ama yüksekti. Taş duvarlarda aralıklarla kabartmalar vardı. Ancak bu kabartmalar tarihî değil, bilinç dışıydı. Gözsüz figürler. Spiral motifler. İç içe geçmiş başsız bedenler. Her biri başka bir düşten çıkmış gibi.


İlerledikçe hava ağırlaştı. Fenerimin ışığı azalıyor gibiydi. Sanki ışık burada tutunamıyordu. Ama yürümek zorundaydım. Çünkü arkamdaki geçit... kapanmıştı.

Yaklaşık on beş dakika sonra tünel ikiye ayrıldı. Sol taraf duvara çökmüş, toprak yığılmıştı. Sağ taraf ise devam ediyordu ama orada... bir ayna vardı.


Evet, yanlış duymadın.

Yer altının yirmi metre altındaki bir taş duvarın ortasında, dikey şekilde yerleştirilmiş, yaklaşık iki metre boyunda bir ayna. Çerçevesi yoktu. Kenarları taşla bütünleşmişti. Cam değil, daha çok cıva gibi titreşen bir yüzey.

Yaklaştığımda kendimi gördüm.

Ama bu ben değildim.

Görüntüdeki “ben”, maskeyi takıyordu. Alnında spiral sembol, gözlerinde boşluk. Ama asıl ürkütücü olan: gülümsüyordu.

O an içimde bir fısıltı duyuldu.


“Bu senin nihai hâlin.”
“Sen sadece dışarıda kalan gölgensin.”
“İçerideki biziz.”

Fenerim söndü.

Karanlıkta yalnız kaldım.

Ama bu yalnızlık fiziki değil, zihinsel bir çöküştü. Sanki tüm düşüncelerim, duyularım, hatıralarım bir çamurun içine düşmüş gibi.

Arkamdan ayak sesleri duydum. Toprakta sürtünme. Nefes. Çok yakında.

Elimi uzattım, boşluğa denk geldi. Sonra bir ten. Ama bu insan teni değildi. Soğuktu. Taş gibiydi. Ama nabız atıyordu.


Ve sonra:
Ses.

“Maske... artık senin değil.”
“Sen onun içindesin.”
“Yüz, seni seçti.”

Birden fener yeniden yandı. Ama etrafım boştu.

Ayna yoktu.

Tünel yoktu.

Sadece düz, sonsuz bir siyahlık. Göz alabildiğine boşluk. Ama ortada bir şey vardı:
Kendim.

Aynı boy, aynı yüz. Ama gözler boş. Surat ifadesiz. Ellerinde spiral semboller dövmelenmiş. Ağzı kapalı. Ve alnında Kevork’un verdiği maskenin simetrik bir izi…

“Beni hatırlıyor musun?” dedi.

Ben hayır dedim.

Ama içimden bir ses evet dedi.

Siyahlık birden yarıldı. Tünelin içindeydim yine. Ama bu kez yalnız değildim. Etrafımda dört kişi. Üzerlerinde eski cüppeler. Gözleri bağlı. Her biri ellerini öne uzatmış, yürümekte. Sanki beni arıyorlar ama beni göremiyorlar.


Duvardaki sembolleri elleriyle hissederek ilerliyorlardı. Tam önümde durdular.


En öndeki, ses tonuyla beni donakalttı. Kadındı. Ama sesi yaşsızdı.

“Yüzünü alacağız. Adını da. Çünkü sen artık bir araçsın. İstanbul konuşacak. Şehir uyanacak.”

Sonra ellerini alnıma götürdü. Spiral dövmeler yavaş yavaş parladı. O anda tüm bedenim bambaşka bir ritimde atmaya başladı. Kalbim değil, aklım hızlandı. Düşünceler karıştı. Diller, semboller, imgeler üstüme aktı.

Son cümlesi şuydu:

“Galata yalnızca bir geçiş. Esas şehir, şehrin altındadır.”

Sonra her şey yok oldu.

Gözlerimi açtığımda sabah olmuştu. Tünelin ağzında, çay ocağının arkasındaydım. Ama kapı açıktı. Fener elimde değildi. Cebimde maskeden eser yoktu. Ama alnımda bir ağrı vardı. Aynaya baktım: spiral izi silik ama oradaydı.

Telefonuma baktım. Üç gün geçmişti.

Üç gün boyunca yoktum.

Kimse beni görmemiş, bulamamıştı. Ama zihnimdeki görüntüler hâlâ taptazeydi. Ve artık şundan emindim:

Ben yalnızca arayan değildim. Artık çağrılan da bendim.


Bölüm 2

İstanbul’un en kadim mahallelerinden biri olan Balat, gün ortasında bile alacakaranlık gibi görünür. Dar sokakları, birbiriyle konuşan balkonları ve her taşında yüzyılların izini taşıyan duvarları vardır. Fakat bazı yapılar konuşmaz. Onlar susar. Çünkü onlar, unutulmak için inşa edilmiştir.

İşte o sabah, Kevork’un not defterinde bulduğum küçük harita beni tam da böyle bir yapıya getirdi:
Terk edilmiş bir sinagog.
Kapısı tahta, üzerinde kabartmalar. Kapıdaki metal tokmak, Yahudi ikonografisinden çok uzak bir şeydi: üç kollu spiral.

Tuz ve pas kokusu vardı havada. İçeri adım attığımda, ayaklarımın altında kırık taş parçaları gıcırdadı. Ama bu yapı, yıkılmış değildi. Aksine... bekliyordu.

İçeri girdiğimde tavan çok yüksekti. Camlar kırıktı ama duvarlar sağlamdı. Tevrat ruloları yoktu, Tevrat’a ait hiçbir şey yoktu. Sadece tam ortada, zemine gömülü bir dairenin içinde, spiral biçimli bir taş plak vardı. Ve onun etrafında: tuz çizgileri.

Etrafı dikkatle incelerken, zemindeki çatlaklarda bir şey gördüm. İnce bir iplik gibi... ama hareket eden.

Yaklaştım.

Bir anda gözüm karardı.

Gözlerimi açtığımda sinagogda değildim.
Sokaktaydım. Ama sokağın dili değişmişti.
Çocuk sesleri. Sokak satıcıları. Karanlık gölgeler.
Ve bir kadın sesi. Tanıdık.


“İhsan! İhsan buraya gel!”

Annemin sesi.

Ama ben on dört yaşındaydım.

Bir anda geçmişim üzerime yağmur gibi inmeye başladı.
Bir defter.
Bir mahallenin ortasında bulunmuş tuhaf bir çizim.
Sınıf arkadaşım Cem’in kaybolması.
Ve ilk kez duyduğum o fısıltı:


“Yüzleri olmayanlar, gözleri olanı arar...”


Zemindeki taş plakanın üzerindeki semboller titremeye başlıyor. İhsan yeniden sinagogun içindedir artık.
Ama yalnız değildir.


Duvar aralıklarından biri açılır.
Beş kişi çıkar.
Üzerlerinde eski tören kıyafetleri, gözlerinde siyah bezler.
Yüzleri yok gibidir.
Yüzlerinin yerinde spiral dövmeler, dikiş izleri, bazı yerlerde altınla doldurulmuş yarıklar.


İhsan konuşmaya çalışır ama dili dönmez.
Yalnızca içinden geçen bir ses yankılanır:


“İlk hatıra kurban edilecek.”
“Maske, seni hatırlıyor.”
“Ama sen... hâlâ unutmak istiyorsun.”

İçlerinden biri yere eğilir, küçük bir şişe çıkarır.
İçinde bir damla kırmızı sıvı.
İhsan’ın alnına damlatılır.


Ve o an, her şey başlar.
Zemin sallanır.
Tuzlar uçar.
İhsan’ın zihninde rüyalar değil, gerçekler çarpışır.
Kaybolan çocukluk arkadaşları.
Unutulmuş belgeler.
Ve bir isim:
“Arda Niyazi”
Bu isim, sadece bir kişiyi değil, başka bir yüzü çağırıyor.


Maske bir yüz değil, yüzlerin toplamı.
Ve artık İhsan, yalnız değil.
Kendi içindeki yansımalarla aynı odada.

Sinagogun altında bir geçit daha var. Ve bu geçit, İstanbul’un dışına, Anadolu’nun derinlerine çıkacak.
Çünkü bu tarikat yalnız İstanbul’da değil.
Kayseri, Mardin, hatta Bergama...
Her yerde aynı semboller.
Ve aynı ses:

“Maskeyi takan, yalnızca yüzünü değil... varlığını da bırakır.”

Kayseri’ye vardığımda gece yarısıydı. Hava incecik bir buz tabakası gibiydi; rüzgâr yavaş ama kesiciydi. Şehir merkezinin 15 kilometre dışında, dağın yamacına kurulmuş tarihi bir Rum manastırı vardı. Google’da artık hiçbir bilgi yoktu. Kaydı silinmişti. Ama Kevork’un defterinde o yerin adı kırmızı kalemle işaretlenmişti:
“St. Basileios’un Suskunluğu.”


Bölge halkı buraya “Sessiz Taşlar” derdi.


Yolu olmayan bir patikadan tırmandım. Ay ışığı bile buraya uğramıyordu. Sadece toprağın ve geçmişin kokusu vardı. Ve taş duvarlara sürtünen... kelimeler.
Kulağıma fısıltı gibi çarpan şeyler gerçek miydi, yoksa artık kendi düşüncelerim mi bana ihanet ediyordu, bilemiyordum.


Ama o gece, ilk kez kelimelerin dokunduğunu hissettim.
Sanki biri sesle değil, kelimenin kendisiyle tenime dokunuyordu.

Yapı, yıllar önce terk edilmişti. Çatısı yok, duvarları yosunla kaplı. Ama içeri adımımı attığım anda fark ettim ki: terk edilmiş bir yerin bu kadar derli toplu olması mümkün değildi.


Zeminde taşlara kazınmış semboller. Her biri spiral, ama bu kez farklı:
Yunan harfleriyle, Arapça suretler iç içe geçmiş.


Orta çağın karanlığıyla modern korkunun birleştiği bir tasarım gibi.


Ve manastırın merkezinde, çökük bir sunak.
Sunakta ne haç ne ikon vardı.
Sadece, metal bir maske.


Maske bana bakıyordu.
Gözleri yoktu ama bakıyordu.


O an içimde bir ses belirdi. Artık ona “kendi düşüncem” diyemiyordum.


“Arda Niyazi seni bekliyor. O senden çok daha eski. Çok daha yakın.”

İlk başta karanlıkta seçemedim. Ama sonra, manastırın yan kapısından bir gölge belirdi.
Üzerinde siyah bir palto, yüzü neredeyse tamamen silinmiş.
Ama gözleri...
İnsan gözü değildi.
Simsiyah. Ve içinde kıvranan altın damlalar.


“Adımı biliyorsun, İhsan. Ama ben seni doğduğundan beri tanıyorum.”

Arda Niyazi, maskenin ilk taşıyıcılarından biriymiş.
Ama onunla ilgili Kevork’un notlarında bir şey yoktu.
Çünkü Kevork korkuyordu.
Çünkü Arda, maskeyi çıkarmayı reddeden ilk kişiydi.
O maske onun artık eti olmuştu.


Konuşurken ağzı kıpırdamıyordu.
Sesi kafamın içindeydi.
Ve her kelimesi, bir anıyı tetikliyordu.

İhsan, o anda çocukluk anılarından birini daha görür:


Bir yaz günü, annesiyle kütüphaneye gittiği gün.


Masal kitabının arasında bir kâğıt bulur.
Kâğıtta şu yazmaktadır:


“Maskeyi gördü. Ama sustu. Bu çocuk izlenmeli.”
Altında: Arda Niyazi - Dış Gözlem Raporu

İhsan’ın kaderi çocukken çizilmişti.
O sadece seçilmemişti — gözlenmişti.
Ve şimdi, gözlerin sahibi onun karşısındaydı.

Manastırın altına iniyoruz.
Zeminden merdivenle inilen odada, havayı delen bir koku var.
Bozuk süt gibi, çürümüş dua gibi.


Ortada bir taş levha.
Taşın üzerinde semboller yanıp sönüyor.
Arda Niyazi taşın başına geçiyor.
Ve şöyle diyor:


“Kendini tanıyan, kaybolmaya layıktır.”
“Artık gözlerini kapat. Hatırlama. Bırak gerçek seni unutsun.”

İhsan gözlerini kapattığında, başlıyor ikinci ritüel.
Bedenini terk eden bir anlam hissi.
Zaman kayıyor.
Kelime yok.
Ses yok.
Sadece titreşim.

Ve sonunda...

Gözlerini açtığında sabah olmuş.
Manastır yok.
Taş yok.
Maske yok.
Ama avucunun içinde bir kâğıt var.


Kâğıtta şu yazıyor:


“Yüzlerden biri oldun. İstanbul’a geri dön. Kadıköy’de ‘Sessiz Kütüphane’ye git. Orada seni bekleyenler var.”

Ve altında Arda Niyazi'nin imzası değil.
Sadece spiral sembol.



İstanbul’a geri döndüğümde bedenim hâlâ sarsılıyordu. Kayseri’de yaşadıklarım zihnimin kıyısına yapışmış balıklar gibiydi—ne çekip koparabiliyor, ne unutabiliyordum.
Kadıköy’ün rüzgârı keskin ama tanıdıktı. Kalabalığın uğultusu bir kalkan gibi sarar insanı. Burada hiçbir ses yalnız kalmaz. Ama benim gideceğim yer... tam aksine, sessizlikle kutsanmıştı.


Kevork’un notlarında bir sayfa daha açılmıştı artık:


“Sessiz Kütüphane. Fısıldayan Raflar.
Giriş: Moda’da, terk edilmiş bir taş konak.
Şifre: ‘İlk harf yoksa, son cümle kördür.’”

İz sürerek Moda’ya vardım. Taş bir konağın önünde durdum. Pencereleri örümcek ağıyla örülüydü. Kapısı demirdi. Ama asıl dikkatimi çeken, kapının üzerinde eski Ermenice bir sözcüktü: Լռություն
“Lrut’yun” — Sessizlik.

Kapıyı tıklattım.

Hiçbir ses gelmedi.

Kapı, kendi kendine aralandı.
İçeri girdiğimde, zaman durmuş gibiydi.
Raflar ahşaptı, yüksek tavan neredeyse görünmüyordu.
Her rafta binlerce kitap, el yazması, tomar... ama hiçbiri etiketlenmemişti.


Yerde yürürken ayak seslerim yankılanmıyordu.
Tavandan sarkan lambalar loştu.
Ve her adımımda sanki kitaplar bana doğru biraz daha dönüyor, beni izliyordu.

Bir masa başında, siyah kıyafetli yaşlı bir kadın oturuyordu.
Saçları örülmüş, gözleri kapalıydı. Ama bana baktığını hissettim.


“İlk harfi getirdin mi?” dedi, gözlerini açmadan.

Ne demek istediğini anlamamıştım.


O, cebimdeki notu işaret etti.
Kayseri’de avucuma bırakılan kâğıdı.
Çıkardım, uzattım.


Kadın elleriyle kâğıda dokundu.
Gülümsedi.


“Artık sana bir kitap emanet edebilirim.
Ama o seni seçerse.”
Kadın beni uzun bir koridora götürdü.
Koridorun sonunda, mermer bir masa.
Üzerinde yalnızca bir kitap.


Kapağında yazı yoktu.
Sadece spiral sembol.
Ve altında parmak izleri gibi görünen, ama hareket eden damlalar.


Kadın başımı öne eğmemi işaret etti.
Kitaba dokundum.


Bir an her şey karardı.


Sonra, kitap nefes aldı.


Sayfalar açıldı.
Ve içinden kelimeler değil, fısıltılar yükseldi:


“Kuzey Kapısı'nın Ters Çevrilmiş Duaları.
Maske takanlar, zamanın dışında yürür.
Gerçeğin rengi yoktur.
Hatırlayan, deliliğe davetlidir.”
Sayfalar arasında tanıdık bir şey vardı:
Kevork’un el yazısı.
Demek ki Kevork bu kitabı daha önce okumuştu.
Ama neden notlarında bundan söz etmemişti?


Çünkü bu kitap, yalnızca kelime değil, hafıza yırtardı.


İçindeki bölümlerden biri şöyleydi:


“İlk Maskeyi taşıyan kişi, aynaya bakıp kendi yüzünü tanıyamayandı.
O kişi Arda Niyazi değil. Ondan önce biri vardı.
Adı kaybedildi.
Ama onun torunu… hâlâ hayatta.
Adı: İhsan.”

Kitap beni tanıyordu.

Birden raflardan bir ses yükseldi.
Kitaplar titremeye başladı.
Loş lambalar söndü.
Kadın gözlerini açtı ilk kez—gözbebekleri yoktu, sadece sonsuz siyahlık.


“Sen seçildin. Ama bu artık yalnızca senin arayışın değil.
Diğer taşıyıcılar seni hissedecek.”

Kütüphanenin tabanında bir spiral çatlak oluştu.
Kadın beni itti.


“İnmek zorundasın. Alt katta seni bekleyen başka bir ‘kitap’ var.
Ama o kitap dilsiz.
Ona yazmak için kan gerekir.”

Spiral çatlağın içinden aşağıya indiğimde, basamaklar taş değil, kelimelerden oluşuyordu.
Her adımda bir kelime kırılıyordu altımda:
“İnanç.”
“Kimlik.”
“Görü.”
“Ben.”

En sonunda ulaştığım yer bir oda değil, sonsuzluğu andıran bir boşluktu. Ama bu boşluk sessiz değil, doluydu.
Fısıltılar değil bu kez, net sesler vardı. Ama hepsi benim sesimdi.
Ben konuşuyordum… ama bilmediğim şeyleri söylüyordum.
Zihin Odası, kubbeli bir salon gibiydi.
Duvarlar aynayla kaplıydı ama aynalar yansıma vermiyordu.
Sanki bakanı değil, anılarını gösteriyordu.
Her aynaya yaklaştığımda bir sahne oluşuyordu:
Ben, 9 yaşında, okulun bahçesinde yalnız.
Ben, annemin ölüm haberini aldığım gece.
Ben, Kevork’un atölyesinde ilk defa eski maskeyi gördüğüm an…


Ama bir ayna… diğerlerinden farklıydı.
O aynada ben yoktum.


Bir kız çocuğu vardı.
8 yaşlarında.
Saçları örgülü, elbisesi yırtık.
Gözleri aynanın içinden bana baktı.


Ve konuştu:


“Sen beni unuttun, İhsan Abi. Ama ben seni hep bekledim.
Buraya girmene izin vermeleri için yıllarca dua ettim.”

Kızın adı yoktu.
Ama kendini şöyle tanıttı:


“Ben bir yazarın kelimeleri arasına sıkıştım.
O yazar öldü ama yazdıkları ölmedi.
O yazdıkları okuyan herkesin zihninde bir parça kaldım.
Senin zihnine geçen parça da bendim.”

İhsan, korkuyla sordu:


“Sen gerçek misin?”

Kız cevapladı:


“Gerçek, senin beni ne kadar hatırladığına bağlı.
Eğer adımı hatırlarsan, özgür kalırım.
Ama eğer unutursan… ben burada sonsuza dek kalırım.
Tıpkı Kevork’un bıraktığı diğer çocuklar gibi.”

Odanın ortasında bir masa belirdi.
Üzerinde bir kitap vardı.
Kapağında şu yazılıydı:


“Zihin Yazması – Kimliği Silinmiş Hikâyeler”

Kitabın içine bakıldığında, sayfalar boştu.
Ama parmaklarım sayfalara dokununca, kelimeler oluşmaya başladı.
Bir paragraf…
Sonra bir sahne…


Kızın hikâyesi yazılmaya başladı. Ama yalnızca ben yazarken yaşayabiliyordu.
İhsan yazdıkça, kızın anıları gözünün önünde canlanıyordu:


  • Bir adam, kızın zihnine maske takıyor.
  • Adamın sesi Arda Niyazi’ye benziyor ama yüzü yok.
  • Kız bağırıyor, ama ses çıkmıyor.
  • Diğer çocuklar da var: hepsi kelimesiz, sessiz.

İhsan yazmayı bırakınca sahne duruyor.
Kız yere çöküyor, ağlıyor.


“Yazmazsan yok oluyorum.
Yazmazsan onlar kazanıyor.”
Maskeler aynı zamanda kelime ve hafıza filtreleridir.
Takıldığında zihni sansürler.
Gerçekleri bastırır.
Travmaları korur, ama aynı zamanda tutsak eder.

Ve bu odadaki çocuklar, geçmişte maske takılıp unutulmuş, terk edilmiş zihin kalıntılarıdır.

Kadın kütüphanecinin söylediği gibi:
Alt katta yazılan kitaplar mürekkeple değil, kanla yazılır.


İhsan parmağını keser.
Kanın ilk damlası kitaba düştüğünde, kelimeler gerçek olur.


“Adı: Ela.
8 yaşındaydı.
Çizgi roman okumayı severdi.
Annesi öldüğünde konuşmayı bırakmıştı.
Maskeyi taktıktan sonra onu herkes unuttu.
Ama ben hatırlıyorum. Ben, İhsan.”
Ela’nın gözleri parlar.
Bir ses yükselir:
Cam kırığı gibi bir çığlık.


Zihin Odası titrer.
Aynalar parçalanır.
Kız, bir ışığa dönüşür ve kitabın içine girer.
Ve kitap, kendini mühürler.

Zihin Odası yavaş yavaş benden uzaklaştı. Arkamda ne kapı kaldı ne de kitap. Sanki o bölüm… yalnızca bana özel bir düşün parçacığıydı. Ama önümde uzanan şey çok daha fiziksel, çok daha uğursuzdu: spiral şeklinde dönen sonsuz taş merdivenler.


Aşağı mı iniyorum, yukarı mı çıktığımı anlayamıyordum.
Duvarlar yoktu.
Zemin yoktu.
Yalnızca adımlarımın yankısı vardı, bir de kalbimin sesi gibi atan ağır bir uğultu:
“Kevork... Kevork... Kevork...”
Merdivenlerde her adım attığımda bir hatıra silikleşiyor, bir başkası canlanıyordu.
Zihnimde Kevork’un sesi dönmeye başladı:


“Unutma İhsan, bazen gerçeği ararken, onu yanlış yere gömersin.
Bazen de onu bilerek yanlış kişiye emanet edersin.”

Bu sözleri hatırlamıyorum ama ses Kevork’undu.
Ama anlamı çok daha derindi.


Bir yerden sonra fark ettim ki...
Her 33 basamakta bir, merdivenin kıvrımı değişiyor.
Ve o anlarda bir gölge beliriyor.
İnsan değil... ama tanıdık.
Sırtında maskelerden yapılmış bir palto var.
Yüzü yok.
Ellerinde antika bir terazi.

Ben durduğumda o da duruyor.
Yürürsem, arkamdan geliyor.

  1. kıvrımda bir kapı açıldı duvarda.
    Kapının ardında eski bir evi andıran salon vardı.
    Ve içerde, karşımda bir kadın:

Dilber.


Eski bir araştırmacıydı. Kevork’un asistanıydı bir zamanlar.
Yıllar önce ortadan kaybolmuştu.
Öldüğü sanılıyordu.
Ama burada, çay içiyordu.
Gülümsüyordu.
Hiç değişmemişti.


“İhsan... seni bekliyordum,” dedi.

“Sen... öldün sandık.”

Gözleri parladı.


“Hayır. Kevork beni unuttu.
Beni Zihin Merdiveni’ne hapsetti.
Ve o gün bugündür... yalnızca maskeleri dinliyorum.”
Masaya oturdum.
Çay soğuktu.
Ama Dilber’in sesi sıcaktı.


“Sana bir şey anlatmalıyım,” dedi.
“Kevork, tarikatı çözmeye çalışmıyordu.
Onların içindeydi. Ama farklı bir inançla.
Onlara değil, yalnızca bir şeye hizmet ediyordu:
Kelimesiz Tanrı’ya.

İçimde buz gibi bir şey eridi.
Kevork’un yazılarında gördüğüm çarpık dua kitapları, sessiz dualar, gözyaşıyla yazılmış semboller...
Hepsi birer işaretti.


“Sen onun öğrencisi değil...
Deneyisin,” dedi Dilber.
“Kevork seni seçmedi.
Seni inşa etti.
Bütün anıların, maskelerle eğilip büküldü.
Sözde annene ait olan rüyalar...
Aslında başka bir kadının hatıralarıydı.
Bir taşıyıcının...
Adı: Yelda.”

İçimde ne varsa çöktü.
Adım, soyadım, ailem...
Her şey Kevork’un kelime oyunlarına kurulmuş bir maske olabilir miydi?


“İhsan, bu merdivenden çıkış yok.
Ama başka bir yol var.
Dönüşümün yolu:
Geriye yazmak.
Kendini yeniden yazmak.”
Dilber bana bir defter uzattı.
Boştu.
Ama kapağında spiral vardı.
Ve altında şu yazılıydı:


“Beni yaz.
Eğer sen yazmazsan, onlar seni yazar.”

O anda ilk defa içimdeki korku bir başka şeye dönüştü:
Öfkeye.


Ben bir denek değilim.
Ben İhsan’ım.
Ve kendi kelimemi yazacağım.


Bölüm 3 devam edecek
Defteri açtım.


Sayfalar boştu. Ama boşluk derin değildi; karanlıktı.
Ve o karanlık bana baktı.


Dilber’in sesi arkamdan geldi:


“Ne yazarsan yaşarsın, İhsan.
Ama her kelime, senden bir şey götürür.
Bu bir hafıza geri kazanımı değil —
bu bir kurban töreni.

Yutkundum.
İlk kelimeyi yazmak için kalemi tutarken elim titredi.


“Ben, İhsan.”


Kelime kâğıda düştüğü anda dünya kaydı.
Bir anlığına bulunduğum yer değişti.


Kütüphane yoktu.
Merdiven yoktu.
Defter bile yoktu.


Sadece annemin mutfağı vardı.


İlkbahardı.
Pencere açıktı.
Soba tütüyordu.
Annem domates doğruyordu, televizyonda sessizce bir haber akıyordu.


Ama bir tuhaflık vardı:
Annemin elleri karanlıktı.
Parmak uçları yoktu.
Ses çıkarmıyordu, dudakları kıpırdamıyordu.
Ve doğradığı şey domates değil, sayfa parçalarıydı.


“İhsan,” dedi.
“Her şeyi unutmadan önceki son kelimeni söyle bana.”

Dilim tutuldu.
Boğazıma bir kelime geldi ama çıkaramadım.
Defter yanımda değildi, ama sanki içimdeydi.


İçimden bir cümle geçti:


“Seni hatırlarsam ben kim olurum?”
Gözlerimi açtığımda tekrar defterin başındaydım.
Ama sayfa artık boş değildi.


“Ben, İhsan.
Annem domates değil, kelimeleri doğrardı.
Ve ben onları ağzıma attım,
boğazım kanadı ama kelimeler içime yerleşti.
İşte ben buyum.
Kelimeleri yiyerek büyümüş bir çocuktum.”

Dilber arkamdan hafifçe gülümsedi:


“Yavaş yavaş çıkıyor.
Devam et.
Ama dikkatli ol.
Maskesiz yazarsan, gölgeler seni duyar.”
İkinci sayfaya geçtim.
Bu kez yazdığım şey dua gibiydi.
Ama dua Tanrı’ya değil —
gölgeme yazılmıştı.


“Ey beni izleyen, benden türeyen,
ne zaman aynaya baksam, gözümün kıyısında beliren...
Sen ki benim inkâr ettiğim benliğimsin,
şimdi seni yazıya döküyorum.
Bana isim ver.
Bana yüz ver.
Ama beni ele geçirme.”

Sayfa karardı.
Odanın ışığı titredi.
Bir şey duydum.
Ama dışardan değil, içimden:


“Ben seni izliyordum.
Artık sen de beni yazıyorsun.
Bu bir takas.
Her kelimede bir parçam senin olur,
her satırda bir parçan benim.”
Defterin üçüncü sayfasına geldiğimde o beliriverdi.
Gölgem.
Ama insana benzeyen bir karaltı değil.
Kelime şeklinde bir varlık.


Yüzü cümlelerden oluşuyordu.
Gözleri ünlem, ağzı soru işaretiydi.
Ve konuştuğunda, sesi benim sesimdi.


“Ben, unutmaya çalıştığın kişiyim.
Ben, Kevork’a inanmayı seçtiğin gün susturduğun İhsan’ım.”

Onu izledim.
Elini uzattı.
Parmakları nokta işaretleri gibiydi.
Ve deftere dokunduğu anda şu satır kendi kendine yazıldı:


“Ben de gerçek olmak istiyorum.
Çünkü artık ikimiz bir bütünüz.”

İhsan defteri yazdıkça, “gölge” güçleniyor.
Geri kazanılan her hatıra, gölgeye bir parça şekil veriyor.
Gölge, geçmişte bastırılmış bir acı, korku veya öfke olabilir.
Ama aynı zamanda Kevork’un zihinsel deneylerinin sonucu da olabilir.


Dilber bunu fark ediyor ve uyarıyor:


“Onu ne kadar tanımlarsan, o kadar gerçek olur.
Ama yazmayı kesersen, seni yer.”

İhsan buna rağmen deftere devam eder.
Çünkü artık kendini yazmak, hayatta kalmanın tek yoludur.
Gölgeyle savaşmak değil...
Onu anlatmak.

Defteri yazmaya ara verdiğimde, Dilber ortadan kaybolmuştu.
Yalnızdım artık.
Ama önümde yeni bir şey vardı:
Tozlu, demir kilitli, deri ciltli bir günce.

Kevork’un el yazısı hemen tanındı.
Sayfaları çevirdikçe, sanki onun zihnine giriyordum.
Ama bu kez anılar değil —
niyetler yazılıydı.
“1 Mayıs 1919 — İstanbul’a döndüm.
Tarikat beni çağırdı.
Maske uykuda.
Ama o uyanacak.
Ve ona bir dil gerek.
Kelimesiz Tanrı’ya, kelimeleri biz vereceğiz.”

Okudukça midem bulandı.
Kevork, bir tanrıdan değil, bir yokluk varlığından bahsediyordu.
Yoklukla iletişim kurmanın tek yoluysa: dilin yokluğu.
Ve bu yüzden, kelimeler kutsaldı.
Ama aynı zamanda tehlikeliydi.

“İlk deneğim, annesiz doğdu.
Ona hafıza verdik.
Gerçek bir hayat inşa ettik.
Maskelerle beslendi.
Şimdi o, dua eden bir zihin hâline geldi.”

Boğazım düğümlendi.
Bu satırlar... beni tarif ediyordu.
Kevork beni doğurmamıştı.
Ama inşa etmişti.


Her yazdığı şey, sanki içime kazınıyordu.

Günlüğü okurken, oda karardı.
Gölge geri döndü.
Ama bu kez daha netti.
Sanki artık bir iskeleti vardı —
düşüncelerden yapılmış bir kemik yapısı.


“Oku,” dedi.
“Ama her cevapsız soru, senden bir şeyi alır.”

Günlükteki sayfalar şimdi sorulara dönüşmüştü.

Soru 1: “İlk hatıran neydi?”


Boğazım kurudu.
Söylemeliydim.
Ama bu soru bir tuzaktı.


“Annemin sesi,” dedim.
“Ama artık emin değilim onun bana ait olduğuna.”

Gölge sustu.
Ve sayfalar açıldı.

“Bir zihin, ne kadar çok hikâye içerirse, o kadar çok tanrıya ev sahipliği yapar.
Ve bir tanrı, ne kadar çok zihin içinde yaşarsa, o kadar çok isim alır.
Ama kelimesiz olan yalnızca bir tanedir.
Ona şekil verecek olan... hikâyenin kendisidir.”

Bu cümleyi okurken ağlamaya başladım.
Çünkü Kevork’un beni niçin eğittiğini, neden hikâyelere bu kadar değer verdiğini şimdi anlıyordum.
Ben yalnızca bir anlatıcı değildim.


Ben, bir tanrının sesi olmak üzere eğitilmiştim.

En son sayfada kırmızıyla yazılmış bir not vardı:


“Eğer bu günceyi okuyorsan...
ya başarısız oldum —
ya da sen artık bendensin.”

Gölge kıkırdadı.


“Artık onun yerini alabilirsin.
Ya da yazmaya devam edip, kendi kelimeni yaratabilirsin.
Seçim senin.”

Ama ben sessiz kaldım.
Çünkü artık seçim değil...
bir çatışma başlıyordu içimde.

Maskelerin Yüzü”


Güncenin kırmızıya bulanmış son sayfasını kapattığımda, içimde garip bir sızı dolaşıyordu. Bir şey yer değiştirmişti. Sanki deftere eğilmiş hâlimle birlikte yalnızca bilgi değil, bir varlık da içime sızmıştı. Dilber hâlâ ortada yoktu. Kütüphane odası karanlıktı, yalnızca defterin üzerine düşen sarımsı ışık bir lamba gibi titriyordu — ama odada lamba yoktu. Işık, defterin kendisinden doğuyordu.


Birden sayfalar kendi kendine çevrilmeye başladı.
Kuru, fısıltılı bir ses yankılandı:


“Maskeleri giyenleri unutursan, sen de onlardan biri olursun.”

Sonra sayfa durdu.
Tam ortada, titrek harflerle yazılmış yedi isim vardı.
Her biri bir başka maskeyi temsil ediyordu.
Ve her biri, Kevork’un “denek” olarak kullandığı insanlardı.


Ama asıl dehşet, o isimleri okuduğum anda başladı.
Çünkü her biri zihnimde bir yüz, bir ses, bir hikâye gibi belirmeye başladı.


İlk Maske: “Sahibe”


İlk isim “Sahibe”ydi.
Başımı kaldırmamla birlikte gözlerim önünde bir hamam görüntüsü canlandı.
Buharlı, kavisli taş duvarlarla çevrili bir oda.
Ortasında oturan bir kadın vardı.
Yüzü yoktu.
Ama gözleri vardı.
Bembeyaz, ifade barındırmayan gözler.
Ve elleriyle eteğine dikilmiş eski yazılı sayfaları okşuyordu.


“Ben,” dedi, “sözle tedavi edilmiştim.
Sonra sözle yok edildim.”

Kendisini Kevork’un ilk kurbanı olarak tanıttı.
Bir zamanlar muska yazan bir kadın olduğunu anlattı.
Ama Kevork ona “konuşmayı unutturarak” onu sessiz bir dua hâline getirmişti.


“Ben artık bir cümleyim,” dedi.
“Ve herkesin ağzında farklı biterim.”

Sonra yüzü çatladı.
Gözleri dışarı taştı, bir mürekkep gibi yere döküldü.
Görüntü kayboldu.

İkinci Maske: “Ragıp”


İkinci isim “Ragıp”tı.
Sokak lambalarının sönük ışığı altında yürüyen bir adam belirdi zihnimde.
Bir sandalyeye oturmuştu.
Üzerinde eski bir subay ceketi, elleri dizlerinin üzerinde.


“Ben, geçmişi hatırlamak için işkence ettim.
Artık hatıralarım benimle kalmıyor.
Her gece onları bir başkasına anlatıyorum.
Ve her sabah yeniden işkence görüyorum.”

Ragıp, Kevork’un deneylerinde kullanılan bir “hatıra taşıyıcısıydı”.
Her gün bir başka deneğin anısını okuyup, onun yerine geçen bir kuklaydı.
Kendi geçmişini unutmuştu.
O yüzden anlatmayı bırakırsa yok oluyordu.


“Bana bir kelime ver,” dedi.
“Yoksa dağılırım.”

Ama ağzımdan tek kelime çıkmadı.
Adam gözümün önünde çözülmeye başladı.
İsmi, anlamı, bedeni…
Hepsi toz oldu, deftere döküldü.


İkinci maskeden sonra artık gözümün önü kararıyordu.
Bu yüzler, yalnızca Kevork’un kurbanları değilmiş gibi hissettim.
Sanki her biri benim içimde bir karşılığı olan sembollere dönüşüyordu.
Biri korkumdu.
Diğeri pişmanlığım.
Üçüncüsü — daha göremediğim bir yerimdeki çatlak.


Ve o anda bir şey fark ettim:
Benim de bir maskem vardı.
Ama henüz yazılmamıştı.

Güncenin sayfalarında yazmayan ama satır aralarında hissedilen şey şuydu:
Kevork bir tarikatın lideri değildi yalnızca.
O bir editördü.
İnsanları hikâyelere çeviriyor, kelimelerle inşa ediyor, sonra bu hikâyeleri tanrıya sunuyordu.


Her maske, bir hikâyeydi.
Her hikâye, bir kurbandı.
Her kurban, bir dua.
Ve her dua, tanrının bir gözünü açıyordu.


Kevork’un amacı yalnızca bir tanrıyı çağırmak değil…
onu yazmaktı.

Ve bir ses, kulağına fısıldıyor:

“Bir gün biri senin ismini de okuyacak.
Ve sen de bir hikâyeye dönüşeceksin.”

Bölüm – “İçimdeki Dilsiz”


Bütün geceyi uykusuz geçirdim. Günceyi kapatmış, ışığı söndürmüştüm ama zihnim yazmaya devam ediyordu. Her gözümü kapattığımda, kelimeler kıvrılıp içimde büyüyen siyah bir sarmaşığa dönüşüyordu. Her harf, etime batan bir diken gibi canımı yakıyordu ama aynı zamanda bir tuhaf haz da veriyordu.
Sanki acının kendisi, yeni bir alfabenin mürekkebiydi.
Sabaha karşı uyuyakaldım. Ama bu bir uyku değil, daha çok yazının içine düşmekti.

Kendimi bir taş masanın başında buldum.
Ellerim zincirlenmişti ama önümde açık bir defter vardı.
Boştu.
Ama beni bekliyordu.

Kalem kendiliğinden elimdeydi.
Ve yazmaya başladım.

Ama yazan ben değildim.

Sözler, düşüncelerimden değil; içimdeki bir başka odadan geliyordu.
Orada biri vardı.
O hiç konuşmamıştı.
Ama hep dinlemişti.
Ve şimdi, onun yazma zamanıydı.

“Ben senin içinde saklı kalan kelimelerin toplamıyım,” dedi.
“Sen konuşurken ben sustum.
Ama şimdi herkes susacak, yalnızca ben yazacağım.”

Uyandığımda kâğıtla dolu bir odadaydım.
Günce hâlâ yerdeydi.
Ama şimdi etrafımda onlarca sayfa vardı.
Kendi el yazımla dolu.
Ama… yazdığım hiçbir şeyi hatırlamıyordum.


Okumaya başladım.
Satır satır, harf harf.


Ve korkunç bir gerçek ortaya çıktı:
Yazdıklarım yalnızca geçmişe dair değildi.
Geleceği de anlatıyordu.


Odasında oturan adam…
Oğlunu kaybeden kadın…
Karanlıkta dua eden bir topluluk…
Ve… en sonunda, İstanbul’un tüm ışıklarının söndüğü bir gece.
Bir sayfada cümleler kandan yazılmış gibiydi.


“Bütün kelimeler ölüdür.
Onları okuyan, diriltir.
Ama her dirilen, eski bir ölüyü uyandırır.”

Bu sözleri yazan benim elimdi.
Ama içimde bir dilsiz vardı.
Ben konuşurken o susuyordu.
Şimdi o konuşuyordu, ben susuyordum.
Ama en kötüsü...
Ben onun söylediklerini yazmaya mecburdum.

Kendimle konuşmaya başladım.
Sesli, açık açık:
"Bu yazılar bana ait değil!"


Ama içimdeki o boş, karanlık oda fısıldadı:


“Kendine ait olmayan her kelime, seni daha da gerçek yapar.
Kimin yazdığı değil, kimin inandığı önemlidir.”

Bu söz, göğsümde yankılandı.
Artık bir seçimle karşı karşıyaydım.
Ya bu yazılara karşı çıkıp, içimdeki dilsizi susturacaktım…
Ya da onun rehberliğinde, tarikatın son hikâyesini ben yazacaktım.


Ama hikâyeyi kimin için yazacağımı hâlâ bilmiyordum.
Tanrı için mi?
Kendim için mi?
Yoksa…
dilsiz için mi?
Kevork’un Aynası

Beyoğlu’nun arka sokaklarında, Kevork’un notlarında adı geçen bir binaya ulaştım. Yıkık dökük, ahşap bir yapıydı. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir metruk ev izlenimi veriyordu. Ama kapıyı araladığımda içerideki serinlik, çürümüş tahta kokusuna karışmış bir başka şeyin varlığını haber veriyordu: zaman burada durmuyordu, kıvrılıyordu.


Evin içi sessizdi. Adımlarım çıtırtılarla yankılanırken, eski bir laboratuvarın izlerine rastladım. Bir masa, birkaç cam tüp, rafa dizilmiş ciltli defterler… ve sonra, merdiven altındaki o küçük demir kapı.
Kapıyı ittim.
Burası bodrumdu. Fakat bildiğimiz gibi bir yer değildi.
Dört yanı da boydan boya aynalarla kaplı bir odaydı.
Hiçbir eşya yoktu — sadece ben ve yansımalarım.


Ama yansımalarda bir gariplik vardı.


İlk aynada kendimi gördüm, bugünkü hâlimle.
İkinci aynada yorgun, yaşlı bir adamdım.
Üçüncüde gözlerim boştu, yüzüm Kevork’a benziyordu.
Dördüncüde — orası en korkuncuydu — yüzüm yoktu.


Her aynada zaman, bedenimle oynuyor, beni başka bir versiyonuma dönüştürüyordu.


“Kevork’un sırları aynalarda saklıdır,” demişti güncenin bir bölümü.
“Çünkü o, kendini bir tanrıya dönüştürürken insan suretini yüz defa kaybetmiştir.”
Dördüncü aynanın kenarına eski bir Osmanlıca yazı kazınmıştı:


“Zât-ı nâtık olan her nefis, bir gün kendi yankısına dönüşecektir.”
(Konuşan her varlık, eninde sonunda kendi yankısında kaybolur.)

O sırada aynalardan biri çatladı.
İçinden Kevork’un sesi yükseldi — boğuk ve yankılı:


“Sadece kendini yutan, tanrı olabilir.”

Bir anda aynanın içinden Kevork’un yüzü beliriverdi.
Ama bu Kevork, yaşlı ya da ölü değil…
Benim yüzümle Kevork’un yüzü birbirine geçmişti.

Gözlerimi kısmış, bir adım geri çekilmiştim.
Ama hangi beden geri çekilmişti?
Ben mi, yansımam mı?


Aynalardan biri içeri doğru çöktü — ama cam değildi.
Daha çok bir zar gibi içeriye kıvrıldı.
Ve ben içinden içeri düştüm.


Bir başka oda.
Burası Kevork’un gerçek arşiviydi.
Aynaların arkasına gizlenmiş, hiçbir zaman yazılmamış kitapların olduğu bir yer.


Kitapların sırtlarında başlık yoktu.
Ama her birinin kapağında bir yüz vardı.
Bazıları tanıdıktı: Sahibe, Ragıp, hatta ben.

En arkada, zincirli bir kitap vardı.
Üzerinde yalnızca tek bir harf:


“خ”
(Hat: Hâ)


Kevork’un kişisel defteriydi bu.


Zinciri çözdüm.
Sayfalar açıldıkça tuhaf bir koku yayıldı.
Kan ve mürekkep karışımı bir koku.

İçeride yalnızca tarifler yoktu.
Aynı zamanda kendi deneyimleri, düşleri, duaları ve en tuhafı —
gelecekte yazacağı bir metnin taslağı vardı.

Başlık şuydu:

“İhsan’ın Dönüşümü”
Orada yazılanlar birebir beni anlatıyordu.
Son günlerde yaşadıklarımı, okuduklarımı, hatta rüyalarımı.
Ama defterde yazanlar henüz gerçekleşmemişti.

“20 Haziran gecesi,” diyordu Kevork,
“İhsan aynanın içinde kalacak.
Ve yeni Kevork olarak uyanacak.”
O an, ne gerçekti ne rüya ayırt edemez hâle geldim.
Çünkü bir aynadan, kırık yansımam bana göz kırptı.
Ve sonra fısıldadı:

“Senin ismin çoktan yazıldı.
Şimdi hikâyeni tanrıya okuyacağız.”


İstanbul’un Soluğu


Yüzeye çıktığımda ilk hissettiğim şey sessizlikti.


Ama bu alışıldık bir sessizlik değildi.
Arabaların gürültüsü yoktu, kuşlar ötmez olmuştu, rüzgâr bile nefes almayı unutmuş gibiydi.
Sanki şehir, kendi içine çökmüş; derin, görünmeyen bir mezara dönüşmüştü.

İstanbul’un ruhu, sokaklardan çekilmişti.

Saatime baktım. 10:44.
Ama öylece kalmıştı.
Kadran dönmüyor, tik-tak sesi duyulmuyordu.

Caddede yürüyen birkaç insan vardı, ama hiçbirinin yüzü net değildi.
Yaklaştıkça yüzleri buhar gibi dağılıyor, tekrar şekilleniyordu.
Sanki ben değil, onlar rüya görüyordu.
Ve ben, o rüyanın izinsiz misafiri gibiydim.

Bir an, Galata Kulesi’ne baktım.
Ama kule yoktu.

Yerinde, siyah bir direk gibi yükselen bir yüzsüz taş vardı.
Üzerinde Kevork’un yazısından parçalar…
Ve belirsiz suretler.
Sahibe’nin güncesini açtım, bir şeyler bulurum umuduyla.
Ama günce de değişmişti.

Sayfaları boştu.
Ve yalnızca tek bir cümle tekrar tekrar yazılıydı:

“Sen hâlâ nefes alıyorsan, şehir hâlâ acı çekiyor demektir.”

O anda fark ettim:
Benim soluklarım, İstanbul’un çığlığıydı.

Başımı göğe kaldırdım.
Bulutlar, iç içe geçmiş dönen yazmalara dönüşmüştü.
Sanki dev bir defter gökyüzüne açılmıştı.
Ve orada, bir yüz belirdi.


Tanıdık…
Ama tamamlanmamış.


Bir kısmı bana benziyordu.
Bir kısmı Kevork’a.
Ve diğer kısmı — tanrısal, anlaşılmaz, şekilsiz bir boşluktu.


Gökyüzü yüzüme bakıyordu.
Ama gözleri, sadece geçmişimi değil, henüz yaşamamış korkularımı da görüyordu.

İnsanlar hâlâ yürüyordu ama ayak sesleri yoktu.
Bir kadın çığlık atıyordu ama sesi çıkmıyordu.
Bir çocuk ağlıyordu ama gözlerinden yaş değil, harfler dökülüyordu.


Bu şehir artık anlatılan bir yer değildi.
Yazılan bir varlığa dönüşmüştü.
Ve ben, o yazının ortasında, kelimelerin efendisi değil; kölesiydim.
O anda kulağımda Kevork’un sesini duydum.
Net, soğuk ve keskin:


“Kelimelerin bittiği yerde şehir başlar.
Çünkü şehir, yaşayan bir duadır.
Ve sen artık o duanın içinde kıvrılan bir kıt’asın.”

Dizlerimin üstüne çöktüm.
Sanki tüm şehir üzerime kapanmıştı.
Ama ağlayamıyordum.
Çünkü artık gözlerim de birer pencereydi — dışarıyı değil, içimi gösteren.


Gece Saatinde Çağrı


O gece, uyumam mümkün değildi.


Yatağa uzanmıştım, başımın üstünde sarkıtılan bir sessizlik perdesi gibi uzanan karanlıkta.
Zihnimde kelimeler dönüp duruyordu, ama her biri anlamını yitirmiş gibiydi.
Sanki bütün lisan bir rüya, ben ise onun uyanmayan tek sakiniydim.


Sonra…
Hiçbir şey duymadım.
Ama işittim.

Kulağıma fısıldayan bir nefes değil, doğrudan iç sesimin altını oyan bir yankıydı bu.
Bana bir isim verdi.
Bir yer: Balat’ta, terk edilmiş bir cami.
Oraya gittiğimde saat 02:10’du.
Gökyüzü bulanık, sokaklar ıssızdı.
Ve cami — minaresi yıkık, avlusu yosun tutmuş, mermeri un ufak olmuş — hâlâ ayaktaydı.

Kapısı açıktı.
Ama içeride ışık yoktu.

Benimle birlikte yalnızca gölgem girdi içeri.
Ama gölgem, benimle yürümüyor, benden önde gidiyordu.

Mihraba doğru yöneldim.
Ama mihrapta dua eden bir imam yoktu.
Sadece yere kazınmış, spiral bir şekil…

Ve bu şeklin tam ortasında — bir çift göz bana bakıyordu.

Hiçbir ses yoktu.
Ama duvarlarda yankılanan bir zikir hissediliyordu.

Sözsüzdü.
Belki de hiç dile gelmemişti.

Ama tınısı, kemiklerimin içine kadar işliyordu.
Ritmik değildi; düzensiz, ama tanıdık.
Sanki bedenimde, hücrelerimle birlikte yıllardır tekrar edilen bir melodiyi hatırlıyordum.

Yazı yoktu, kelime yoktu.
Ama orada anlam vardı
Ve bu anlam, bana artık insan olmadığımı fısıldıyordu.

Mihrabın taşının altındaki bölmeyi açtım.
İçinden deri kaplı, neredeyse yanmak üzere olan bir kitap çıktı.

Sayfaları is kokuyordu.
Elime aldığım anda yazılar değişmeye başladı.

Kelime yoktu — şekillerdi.
Geometrik desenler, sonsuz döngüler, göz simgeleri, sonsuzluk halkaları…
Ve her biri zihnimde birer korku patlaması gibi yankılanıyordu.

Son sayfada yalnızca bir cümle vardı:

“İlk zikri unutan, kendini hatırlar.”
Ve hemen altında Kevork’un el yazısıyla eklenmiş bir satır:

“Sen artık İhsan değilsin.
İhsan, kelimelerle öldü.
Şimdi seni yalnızca suskunluk ayakta tutacak.”

Mihraba döndüm.
Spiral şekil yanmaya başladı.
Alev yoktu, ama taş kızarıyor, eriyor, kendini aşağıya doğru çekiyordu.

Ve gözler…
Gözler bana hâlâ bakıyordu.
Ama bu kez içlerinden birini tanıdım: babam.

Bir başka göz: Kevork.
Bir diğeri: Ben.
Ve sonuncusu — boştu.

Ve o boşluk içime konuştu:

“Son yüzü sen tamamlayacaksın.”

21 bölüm
 
Son düzenleme:
Geri
Top