Korku hikayesi denemesi.

Omnissiah

80+ Bronze
Katılım
1 Eylül 2021
Mesajlar
1,119
Reaksiyon skoru
696
Bölüm I - Karanlık Altındaki Şehir

"Gizli olanın yüzeye çıkması için, bazen bir deli ya da bir ölü gerekebilir."


Yıl 2023. Adım Celal Aydın. 38 yaşında, geçmişin hayaletleriyle konuşan bir arkeoloğum. Yıllar boyunca kazılarda toprağı eşeledim, taşların ardındaki sesi duymaya çalıştım. Artık Boğaziçi Üniversitesi'nde tarihsel kriptografi dersleri veriyorum. Ama geceleri... Geceleri uykularımda yankılanan bir uğultu var. Uyandığımda dilimin ucunda kayıp bir kelime, elimin içinde ise tarihsel olarak burada bulunması imkânsız bir obje: spiral desenli, soğuk ve garip bir metalle işlenmiş madalyon. Ve her şey o rüyayla başladı.

O rüyada Galata Kulesi, gökyüzünden aşağı inen siyah, ağır bir sıvıyla kaplanıyordu. Kulenin üzerinde duransa gözleri olmayan, ama sanki içimi görebilen bir figürdü. Onun bakışı, zamanın ötesinden geliyordu. Uyandığımda ellerimdeki madalyon, hiçbir koleksiyonda olmayan, hiçbir müzeye kaydedilmemiş türdendi. Sanki bilinçaltımdan yeryüzüne taşınmış gibiydi.

Bu madalyonun üzerindeki semboller Latin alfabesine benziyordu ama bir bakıma daha eski, daha öncül bir dile işaret ediyordu. Spiral içinde spiral motifi beni irkiltti. Bu sembolle yıllar önce, Nemrut’ta yaptığım bir kazıda karşılaşmıştım. O zaman da anlamlandıramamıştım ama şimdi hissettiğim şey çok daha derindi—bu bir tesadüf değildi. Bu, bir çağrıydı.

Ofisimde madalyonu incelerken asistanım Elif içeri girdi, elinde eski belgelerle dolu bir klasör. "Hocam," dedi, "Topkapı Sarayı'nın dijital arşivinden yeni belgeler geldi. Bunlar sizin ilginizi çekebilir." Belgelerden biri 1837 tarihliydi. Sultan II. Mahmud’un emriyle kapatılmış olan bir tarikata dairdi: Rüya Tarikatı. Bu tarikatin üyeleri, Tanrı’yla rüya yoluyla iletişim kurduklarını iddia ediyorlardı. Ancak belgede özellikle dikkatimi çeken cümle şuydu: "Gözsüz Tanık geldiğinde, şehir uyuyacak ama gökyüzü unutmayacak."

Bu cümle zihnimde bir zinciri harekete geçirdi. Gözsüz Tanık… Figürün rüyamdaki hali. Aynı varlık mıydı bu? Yıllardır anlam veremediğim metaforlar, bir anda tek bir kelimenin etrafında birleşmeye başlamıştı. Gözsüz Tanık, spiral sembol, madalyon... Bunların hepsi, rüyanın içinde bir gerçeğe işaret ediyordu.

Daha derine indikçe, Elif’le birlikte Bizans dönemine ait el yazmaları ve Latince kaynaklarda benzer bir tarikata rastladık. Yunanca adıyla “Oneirophagos” – yani “Rüya Yiyiciler”. Bu tarikatin izleri, Ayasofya’nın altındaki kadim tünellere, Galata çevresindeki terk edilmiş hamamlara ve Yerebatan Sarnıcı’na kadar uzanıyordu. Ritüelleri hep aynıydı: spiral desenli maskeler, geceleri yankılanan bir tür müzik ve insanın aklını saran karanlık ayinler.

Sonra Cenevizlilere ait 17. yüzyıldan kalma bir harita bulduk. Haritada Galata, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı arasında düz bir çizgi çizilmişti. Bu çizgiye “Işıksız Hat” deniyordu. Ve çizginin bir ucunda yazılı olan tek bir kelime: "Nyarlaz". Anadolu'nun kadim mitlerinde gizli kalmış başka bir şeyin adı mıydı?

Merakım beni geceleri Galata çevresinde gezintilere sürükledi. Bir gece, dar ve çıkmaz bir sokağın sonunda Osmanlı mimarisine hiç uymayan, garip taşlarla örülmüş bir kapıyla karşılaştım. Kapının üzerinde, madalyonumdaki spiral desenin aynısı kabartılmıştı. Elimdeki madalyonu kapıya tuttuğumda, taşlar hafifçe titreşmeye başladı. O anda arkamdan biri konuştu:

"O şey seni seçti. Artık geri dönemezsin."

Dönüp baktığımda, gri cübbeli, gözleri puslu yaşlı bir adam gördüm. Adını söylemedi ama elime sararmış parşömenlere sarılı bir tomar verdi. Metinlerde tekrar eden motifler dikkat çekiciydi: spiral, yüzleri olmayan varlıklar ve "Zaman Dışında Yürüyen" figürü. Metnin bir yerinde şu satır vardı: "Rüya, şehir, kapı. Üçü bir etti mi, Gölgeler Efendisi doğar."

Bu cümle, bende bir şifre fikrini doğurdu. Rüya = D, Şehir = I, Kapı = R… D-I-R. Türkçede bir ek olabilir ama eski Sümer metinlerinde “DİR”, kapı bekçisinin adıydı. Yani bu cümle, çağlar öncesinden bana bir kimlik ya da görev tanımı sunuyordu: Kapının Bekçisi.

Artık geri dönemezdim. Elif ortadan kaybolmuştu. Telefonları kapalıydı, ofisi dağınık ve duvarlarında garip semboller çizilmişti. Masasında ise spiral desenli bir maske duruyordu. Yanında da bir not: "Galata, Ayasofya, Yerebatan. Önce çizgiyi takip et. Sonra kapıyı çal."

İstanbul artık yalnızca bir şehir değildi. Onun altı, üstünden daha kalabalıktı. Ve bir şey, o karanlıkta kıpırdanıyordu. Sonsuz spiral, beni içine çekmeye başlamıştı.


Bölüm II - Ayin ve Ayna

Elif’in kaybolmasından günler sonra, Kadıköy rıhtımındaki eski kitapçılardan birinde, raftan düşen bir kitap yüzünden dükkân sahibiyle konuşmaya başladım. Kitabın adı Rüyaların Gözleri idi. Yazar adı yoktu. İçinde Osmanlıca, Yunanca ve Latin harfleriyle yazılmış bölümler bulunuyordu. Özellikle bir bölüm dikkatimi çekti: “İkincil Yansıma Ritüeli”. Bu, rüyaların aynaya yansıtıldığı, zihnin başka bir düzleme açıldığı bir ayini tarif ediyordu.

Aynı gece, evdeki antika aynayı eski yöntemlerle temizleyip ayini denedim. Mumu yaktım, spiral madalyonu aynanın karşısına koydum ve metindeki duaları okudum. Gözlerim kapalıydı ama odanın içi, gözkapaklarımın ardında dalgalanan bir suyun altındaymışım gibi hissettirdi. Sonra aynadan bir tıkırtı geldi. Açtım gözlerimi. Aynada kendi yansımam yoktu. Yerine spiral desenli maskeli biri beni izliyordu.

Bir anda kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Bu bir yansıma değildi; bu, bir geçitti. Elimi aynaya uzattım ve parmak uçlarım camın içinden geçti. Ardından her şey karardı.

Kendime geldiğimde nemli taş duvarlı bir mekândaydım. Tavanda küf kokusu, uzaktan gelen tiz bir fısıltı vardı. Spiral sembollerle dolu duvarların ortasında, Elif duruyordu. Ama gözleri kapalıydı ve elinde bir anahtar tutuyordu. Elif konuştu ama sesi sanki suyun içinden geliyordu:

"Kapı açıldı. Üç yerin birleşiminde, Işıksız Hat boyunca yürümelisin. Ama sonuna vardığında seni yalnızca biri karşılayacak. Gözsüz Tanık."

O anda, ayinin hâlâ devam ettiğini fark ettim. Burası gerçeklik değildi, ama gerçekliğe komşu bir yerdi. Bir tür aralık. Elif’in elindeki anahtarın ucunda üç sembol vardı: Galata Kulesi, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı. Üçgen gibi dizilmişti. Bir harita. Bir çağrı.

Son bir fısıltı daha duydum: "Üçüncü geçide geldiğinde geri dönüş yok. Çünkü o zaman, sen artık yalnız izleyen değil, çağırılan olursun."

Gözlerimi açtığımda, evdeydim. Ayna yere düşüp kırılmıştı. Ama yerde bir şey parlıyordu: Elif’in tuttuğu anahtar. Gerçekti.

Ve bu, sıradaki adımdı.


Bölüm III - Yerin Altındaki Dil

İstanbul’un üstü tarihtir, altı ise unutturulmuş ayinler. Elimdeki anahtarla Kapalıçarşı’ya doğru yürürken, şehrin üzerime çöken ağırlığını her adımda daha çok hissediyordum. Gündüzdü ama gökyüzü kurşuni, rüzgâr taş duvarların arasında eski fısıltılar taşıyordu. Elif’in aynadaki sesi kulaklarımda yankılanıyordu: “Işıksız Hat boyunca yürü.”

Kapalıçarşı’nın kuzey ucundaki Zincirli Han’ın mahzenine indikten sonra, duvarda eskiden saklanmış gibi duran bir metal halkaya rastladım. Anahtar, oraya tam oturdu. Çıkan mekanizma sesi, taşları geriye doğru itti ve karanlık bir geçit açıldı. İçerideki hava kuruydu ama içinde yankılanan bir uğultu vardı, sanki eski duaların yankısıydı bu. Duvarlara kazınmış spiral desenler, el fenerimin ışığında ürkütücü bir biçimde kıpırdanıyor gibiydi.

Geçit sonunda küçük bir oda vardı. Ortada bir taş sütun ve sütunun üzerinde üç farklı dilde yazılmış bir metin: Osmanlıca, Yunanca ve garip bir piktograf dil. Bu dil ne Sümerceye, ne de Hitit hiyerogliflerine benziyordu. Ama arada bir sembol dikkatimi çekti: spiral içinde üç göz. Gözlerden biri kapalıydı.

Elif’in çizdiği üç sembolden biri eksikti. Bu oda, tamamlanmamış bir geçidin başıydı. Ve spiral gözün altındaki yazı kalbimi dondurdu:

“Üçüncüyü gören, dördüncü olur.”

O anda arkamda bir ses yankılandı. Boğuk, ama tanıdık bir sesti. Yaşlı adamdı. Gri cübbesiyle karanlıktan çıktı, elinde spiral desenli bir baston tutuyordu.

"Artık diller yetmez," dedi. "Artık yalnızca ruh konuşur."

Ve bir defter verdi. Kapağı deriydi, üzerinde aynı spiral göz. İçindekiler ise tek bir dilden oluşuyordu: rüya dili. Gözleri olmayan varlıkların çizimleri, insanın içini boşaltan kelimeler ve sayfaların arasında düşmüş bir şey: Elif’in gözlüğü.

Bu geçit tek yönlüydü. Ve ben artık yalnızca izleyen değil, çağırılan biriydim.


Bölüm IV – Işıksız Hat


“Yeryüzünde yürüyen, gölgede düş görmeye başlar. Gölge derinleşirse, düş gerçeğe döner.”




Elimde spiral gözlü defter, cebimde Elif’in gözlüğü, Kapalıçarşı’nın altındaki geçitten çıktığımda dünya değişmiş gibiydi. Sokakların açısı farklıydı sanki. Surlar daha yakındı. Zamanın dokusu, üzerine asit dökülmüş eski kumaş gibi çözülmeye başlamıştı. Gökyüzü koyu kurşuni, camiler sanki daha eğri, minareler daha sivriydi. Saatime baktım. 13:13’tü. Her gün aynı saatte duruyordu artık.


Galata, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı'nı birleştiren üçgen... Elif’in anahtarındaki semboller... Ve bu şehir… Artık onu bir harita gibi değil, bir beden gibi görmeye başlamıştım. Galata sinir ucuysa, Ayasofya kalp atışıydı, Sarnıç ise bu bedende gizlenmiş kadim bir salgı beziydi. Işıksız Hat, onların arasında uzanan sinir demeti gibi kıvrılıyordu. Ve ben o hattın üzerinde yürüyordum.


İlk durak Galata oldu. Yüzlerce kez önünden geçtiğim Kule, bu kez bana başka bir şey söylüyordu. Spiral göz sembolü, tuğlaların arasına kazınmıştı. Tırmandım. Her adımda, kulenin taşları sanki iç çekiyordu. Tepede, küçük bir tahta kutu buldum. Kutunun içinde paslı bir kanca, kurumuş bir göz küresi ve bir not vardı:


"Zaman, düşe dönüştüğünde bir kapı aralanır. Gözsüz olan görendir. Kanca seni tutar."


Göz küresini tuttuğumda, başka birinin anılarını gördüm: Gece vakti, kulede yapılan bir ayin; figürler spiral maskelerle ellerini gökyüzüne kaldırıyor, bir ağızdan aynı cümleyi tekrar ediyorlardı: “Nyarlaz’ın Sesi, rüya görmeyenleri çağırır.”


İkinci durak Ayasofya’ydı. Gündüz saatinde içeride pek çok turist vardı, ama ben alt kattaki bir sütunun hemen arkasında yer alan, yıllardır kilitli duran bölmeye odaklandım. Defterdeki haritada bu yer, “Zaman Boşluğu” olarak adlandırılıyordu. Spiral göz orada da vardı. Kapının taşlarına spiral madalyonu dokundurduğumda, kilit bir kez daha açıldı.


İçerisi rutubetliydi. Duvarlarda sanki yaşayan bir organizma gibi dalgalanan yosunlar vardı. Ortada bir sunak ve sunağın üstünde spiral sembolü işlenmiş başka bir nesne: içi boş bir taş yumurta. Onu aldığımda Ayasofya’nın zemini titredi. Zemindeki spiral çizimler, birbiri içine geçmeye başladı. Tavan yüksekliğine rağmen içeri birden bir uğultu doldu:


"Zaman kırıldığında, hat çizgi olmaktan çıkar. Sen artık hattın kendisisin."


Son durak Yerebatan Sarnıcı. Girişte, bir güvenlik görevlisi beni durdurdu. Ama elimi cebime attığımda orada olmadığını hatırlamadığım küçük bir kart buldum. Üzerinde Osmanlıca şu yazıyordu: “Kapı bekçisine geçiş izni.” Görevli kartı görünce hiç sorgusuz çekildi.


Sarnıcın içine indiğimde, suyun sesi bana değil, geçmişe ait gibi geliyordu. Yansımalarda kendi suretimi değil, spiral maskeli figürleri görüyordum. Ortadaki iki Medusa başından biri—yüzyıllardır yan duran taş—artık düz duruyordu. Bu imkânsızdı. Ama orada, spiral gözün işlenmiş olduğu yeni bir taş parçası daha vardı.


Bu taşı yerinden oynattığımda altından başka bir geçit açıldı. Basamaklar… basamaklar… sonsuz gibi. Aşağıya indikçe su sesi yerini bir mırıltıya, mırıltı bir fısıltıya, fısıltıysa bilinmeyen bir dile bıraktı.


Ve sonunda ulaştım: Üç geçidin birleştiği yere. Sütunlarla çevrili, spiral şekilli bir platform. Ortasında spiral göz simgesinin ortasına yerleştirilmiş bir ayna. Ama bu kez aynada bir şey beni bekliyordu.


Aynada kendimi değil, Gözsüz Tanık’ı gördüm. Spiral desenli maskesi yoktu artık. Suratında hiçbir açıklık, hiçbir organ yoktu. Ama bir şekilde bakıyordu. Aynadan dışarı çıkamayacak kadar kadimdi ama fikirleri, düşüncesi, gözleri olmayan bakışı ruhuma sızmıştı.

"Sen çizgi oldun," dedi ses, "şimdi seni izleyenler yürümeye başlayacak. Dördüncü olan, çağırandır."

Ve aynada kendimin değil, başkalarının bana baktığını gördüm. Yüzlerce gözsüz varlık, spiral platformun etrafında dizilmişti. Hepsi benim adımı tekrarlıyordu. Celal… Celal… Celal…

O an şunu fark ettim: Işıksız Hat bir yol değilmiş. O, bir mühürmüş. Ve ben yürüyerek onu çözmüştüm.

Bölüm V – Dördüncü Çağrı


“Gerçeklik, bir perde; perde arkasındaki karanlık ise sonsuzluk.”




Aynadan baktığım o an, zihnimde binlerce fısıltı yankılandı. Gözsüz Tanık’ın sesi, içime sinen bir soğukluk gibi yayılıyordu. “Dördüncü olan çağırandır.” Ama çağrılan neydi? Ve kimdi?


Geçidin üstündeki platformdan yükseldiğimde, İstanbul’un sokakları artık tanıdığım şehir değildi. Binalar eğrildi, gölgeler daha uzun ve canlıydı. Her adımda arkamdan yürüyen binlerce görünmez gözün ağırlığını hissediyordum. Elimde Elif’in anahtarı, cebimde spiral gözlü defter vardı, ama artık bunlar bana değil, onlar bana bakıyordu.


O gece rüyalarım hiç olmadığı kadar gerçekti. Rüyalarımda, kadim bir tapınaktaydım; tapınağın duvarları, binlerce küçük spiral sembolüyle kaplıydı. Ortada, tarikatın ruhani lideri—adı bilinmeyen, sadece “Ses” diye anılan—oturuyordu. Gözleri yoktu ama varlığından tüm evren titreşiyordu. Onun yanında, yüzü olmayan figürler dans ediyor, kutsal metinleri mırıldanıyordu.


“İzleyenler artık yürüyüşe geçti,” dedi Ses. “Zaman, döngüsünü tamamlıyor. Sen de artık bir çağrısın, Celal Aydın. Karanlığın kapısını açacak kapı bekçisisin.”


Gözlerimi açtığımda, yatak odamda değildim. Kendimi Boğaziçi Üniversitesi’nin tarih departmanındaki eski arşiv odasında buldum. Kapılar kilitliydi ama içeride garip bir hareketlilik vardı. Kitaplar kendi kendine açılıyor, sayfalar fısıltılarla çevriliyordu. Bir kitap düştü yere. Üzerinde spiral göz ve “Oneirophagos” yazıyordu.


Defteri açtım; içindeki semboller, dil, yazı artık tanıdık geliyordu. Rüya diliyle yazılmıştı. Fakat okudukça, bu dilin insan zihnini parçalayacak kadar güçlü olduğunu fark ettim. Her cümle, kafamda yeni kapılar açıyor, ama aynı zamanda zihnime kilitler vuruyordu.


O gece, tarikatın İstanbul’un farklı noktalarında yaptığı ayinlerin ritüellerine dair bir çağrı aldım. Şehrin altındaki dört farklı noktada eş zamanlı gerçekleşecek bu ayinlerin amacı, “Zaman Dışında Yürüyen”in uyanışını hızlandırmaktı.


Elif’in sesini rüyalarımda duyuyordum: “Durma Celal. Kapıyı kapatmalısın. Yoksa o kapı, seni değil, dünyayı yutacak.”


Artık sadece şehir değil, benim ruhum da karanlığa sürükleniyordu. Ayinlerin ve kozmik sırların içinde bir bilmece daha vardı: spiral sembolün gerçek anlamı neydi? Nyarlaz ya da Nyarlathotep’in İstanbul’daki izdüşümü müydü? Yoksa bambaşka bir varlık mı?


Beni bekleyen, sadece bilinmeyen bir tarikat değil, insan aklının çok ötesinde bir güçtü. Kaderim, şimdi üç geçidin birleştiği o noktada, “Dördüncü Çağrı”nın yankıları altında şekilleniyordu.


Bölüm V – Dördüncü Çağrı (Devamı): Kökenlerin Gölgesinde

İstanbul’un altında yatan sırların sadece fiziksel tüneller ve eski taş duvarlar olmadığını anladığımda, içimde tarifsiz bir ürperti yükseldi. Bu sırlar, zamana, dile ve insan aklının sınırlarına dokunan kadim bir çağrının yankılarıydı.

Elif’in bıraktığı defterin sayfalarını karıştırırken, tarikatın tarihçesine dair ipuçları buldum. Oneirophagos, yani “Rüya Yiyiciler” yalnızca bir isim değil, aynı zamanda bir efsanenin ve kozmik korkunun sembolüydü.

Bu tarikatın kökleri, çok daha eskilere uzanıyordu: Anadolu’nun kadim uygarlıklarına, Sümerlere ve Hititlere... Ama en önemlisi, Babil’in unutulmuş bir koluna, zamanın ve rüyaların efendisi olarak bilinen gizemli bir varlığa tapınıyorlardı. Bu varlık, efsanelerde “Nyarlaz” ya da “Gözsüz Tanık” olarak geçiyordu — insan algısını aşan, evrenin gizli yüzünü gören ve zamanı bükebilen bir güç.

Rüya Yiyiciler’in inanç sisteminde, rüyalar sadece bilinçaltının izdüşümleri değil, başka boyutlara açılan kapılar, kozmik sırların taşındığı limanlardı. Spiral sembol, evrenin sonsuz döngüsünü ve bilinmeyenin kapısını temsil ediyordu. Bu sembol, sadece tarikatın ritüellerinde değil, İstanbul’un tarihi yapılarına gizlenmişti: Galata Kulesi’nin taş işçiliğinde, Ayasofya’nın kubbesindeki mozaiklerde ve Yerebatan Sarnıcı’nın derin sularında.

Tarikatın tarihçesi, Osmanlı döneminde doruğa ulaşmıştı. II. Mahmud’un sert tasfiyesi bu yüzdendi. Çünkü tarikat, sadece ruhani bir topluluk değil, aynı zamanda kozmik güçlerin İstanbul’u sarmasını sağlayan bir aracıydı. Rüyalar aracılığıyla şehrin kaderini kontrol ediyor, “Zaman Dışında Yürüyen”in uyanışını hızlandırıyorlardı.

Ancak, bu kozmik güçlerin insana etkisi yıkıcıydı. Zihinsel parçalanmalar, gerçeklik algısının kaybı ve “dördüncü çağrı” diye adlandırılan gizemli bir uyanış hali… Bu, tarikat üyeleri arasında korkuyla ve büyülenmişlikle karışık bir bekleyişti.

Bu sırlar, benim de kapısını araladığım bir cehennemdi.

Bölüm VI – Gündönümünün Gölgesinde




Gece çökmeye başladığında, İstanbul sanki ağır bir nefes alıyordu. Gündönümünün büyülü zamanı, şehrin üzerindeki karanlık perdeyi inceltiyor, ama aynı zamanda altında saklı güçleri uyandırıyordu. Galata Kulesi, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı’ndan yayılan bir enerji, görünmez iplerle beni çekiyordu.

Elif’in anahtarı cebimdeydi, soğuk ve ağır. Ellerim titriyordu, sadece fiziksel değil, ruhsal bir titreşim bu. Kalbimde hem korku hem de garip bir çekim vardı — sanki o gece, tüm hayatımın anlamı çözülecekti.

Ayaklarımı bilinçsizce şehrin kutsal noktaları arasında koşturarak, çizgiyi takip ettim. Dar sokaklar, rüzgarın taşıdığı eski dillerde fısıltılar ve uzaklardan gelen ezgiler… Bunlar gerçek miydi, yoksa zihnimin oyunu mu anlayamıyordum.

Galata Kulesi’nin gölgesinde, toprak biraz gevşemişti. Anahtarı elime aldım, ve toprağa dokundurdum. Tam o anda, yerden gelen bir uğultu dalgası ile titredi zemin. Gözlerimi kapattım. Gözlerim açıldığında, rüyada gördüğüm figür beliriyordu: Gözsüz Tanık.

Onun sessiz bakışı, zamansızlığın ve bilinmeyenin korkusuydu.

Ayasofya’ya doğru ilerlerken, her adımda zaman sanki yavaşlıyor, çevremdeki sesler donuyordu. Yerebatan Sarnıcı’na ulaştığımda, suların altında yatan eski semboller parlıyordu. Spiral desenler, yankılanan ayin müzikleriyle birlikte hafızamda çınlıyordu.

Orada, sarnıcın en derin noktasında, Elif’i gördüm. Yüzü donuk, gözleri boş ama elleri anahtarı tutuyordu. Bana doğru döndü, dudaklarından çıkan sesler anlaşılmazdı ama sanki beni uyarıyordu:

“Gözler açılmalı, yoksa şehir… sonsuza dek uyanmayacak.”

Birden, etrafımı saran su yükselmeye başladı. Korku ve çaresizlik içinde, kendimi büyük bir enerji girdabının içinde buldum. Zaman dışına itiliyordum.

O anda anladım ki, tarikatın son ayini başlamıştı. Ben, Elif ve İstanbul, kozmik bir kavganın ortasında kalmıştık.


O anlarda, İstanbul’un tarihini bir kitabın sayfalarında değil, şehrin taşlarında ve rüyalarımda görmeye başladım. Zaman ve mekan bulanıklaşıyor, geçmiş ve gelecek iç içe geçiyordu. Elif’in kayboluşu, yalnızca bir kayıp değil, bu kozmik dansın bir parçasıydı.

Geçmişten gelen sesler kulaklarımda çınlarken, tarikatın bir sonraki ayin tarihini öğrendim: 21 Haziran, yani yaz gündönümü. O gece, şehrin dört bir yanındaki kutsal noktalar birleşecek, ve “Zaman Dışında Yürüyen”in kapısı aralanacaktı.

Beni bekleyen görev açıktı: bu kapıyı kapatmak, ya da tüm İstanbul’u sonsuz bir kâbusun içine sürüklemek.

Gece şehre çöktüğünde, yıldızlar sanki sır saklar gibi ağır ve bulanıktı. Gündönümü yalnızca astronomik bir olay değildi; İstanbul için yılların, çağların, unutulmuş sırların kapılarını aralayan bir dönüm noktasıydı. Gözlerimi kapattığımda, soğuk rüzgârın tenime değdiğini hissettim. Boğaz’ın öte yakasında bir yerlerde, eski taşların arasından gelen uğultu, kanımı donduruyordu.


Elif’in kayboluşunun üzerinden haftalar geçmişti. O gece bana bıraktığı anahtarla, şehrin gizemli “Işıksız Hat”inin izini sürüyordum. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Zihnimde yankılanan “Gözsüz Tanık” figürü, içimde büyüyen bir boşluk ve aynı zamanda o boşluğun içinde parıldayan bilinmez bir ışık gibiydi.


Galata Kulesi’nin altına geldiğimde, taşların arasından çıkan rüzgâr, sanki eski zamanlardan fısıltılar taşıyordu. Burada başlayan eski bir yol vardı; İstanbul’un üstüne çökmüş tarihlerin altında saklı bir damar, bir kan akışı gibi. Anahtarı elimde tutarken, titredi ellerimle toprağa dokundurdum. Ani bir titreşimle taşlar hafifçe hareket etti ve küçük, dar bir geçit açıldı.


İçeri adım attığımda, hava soğuk ve nemliydi. Duvarlardaki spiral semboller, yanardöner bir ışık gibi karanlıkta parıldıyordu. Bu sembollerin ardında, sadece insana değil, zaman ve mekânın sınırlarını aşan bir bilgi yatıyordu. Bu bilgiyi tarif etmek için diller yetersiz kalıyordu.


Geçidin sonunda, yüksek tavanlı bir oda vardı. Ortada büyük bir taş masa, masanın üstünde eski parşömenler ve mumlar vardı. Duvarlarda, gözleri olmayan figürlerin kabartmaları—Rüya Tarikatı’nın kutsal varlıklarıydı. Efsaneler, bu varlıkların insan aklını çözüp, sonsuz karanlıkta bir “kapı” açtığını söylüyordu. Bu kapıdan geçiş, hem lanet hem de kurtuluştu.


Parşömenlerden birini açtım. Üzerinde, tarikatın kökeni hakkında yazılıydı:




“Zamanın başlarında, şehir henüz uyanmamışken, Kozmik Gözcüler Dünya’ya indi. Onlar gözleri olmayan, ama her şeyi gören varlıklardı. İnsanların düşlerine sızdılar, onları yavaş yavaş şekillendirdiler. İlk tarikat, Gözsüzlerin Çağrısı olarak kuruldu. Amaçları, kozmik gerçekliği örtbas etmek değil, onun karanlık kapılarını açmaktı. Şehir, onların ayinlerinin sahnesi oldu; İstanbul’un altındaki labirentler, eski ayinlerin yankısıdır.”



Okudukça, kelimeler zihnimde çığlıklar gibi yankılanıyordu. Bu tarikat, sadece rüya ile değil, gerçeklik ile hayal arasındaki perdeyi yırtmaya çalışıyordu. Üstelik, bu kapıdan geçenler sonsuzluğun bir parçası haline geliyordu.

Tam o anda, muma üfleyen bir rüzgâr geldi ve oda aniden karardı. Kararan karanlığın içinde bir ses duyuldu:

"Artık geri dönüş yok, Celal Aydın."

Korku ve merak bir arada beynimi ele geçirdi. Bu ses, Elif’in sesi miydi yoksa Gözsüz Tanık mı konuşuyordu? Kalbim hızla çarparken, birden yer titredi ve duvarlarda spiral desenler hareket etmeye başladı.

Gerçeklik ile rüya arasındaki sınır eriyordu.

O andan sonra gördüğüm şeyler anlatılamazdı. Gözlerim kapalıydı ama zihnim kozmik boyutlarda dolanıyordu. Zamansız bir döngünün içinde, şehirden çok daha büyük bir varlığın bilinçaltında sıkışmıştım.

Elif’in yüzü belirdi önümde. Bu kez gözleri açık, ama gözbebekleri spiral desenle kaplanmıştı.

“Sonsuz spiral içinde kaybolacaksın,” dedi fısıltıyla. “Ama gerçek kapı, içindedir.”

Nefesim kesildi. Odaya yeniden baktığımda, artık yalnız değildim. Yanımda, karanlıktan doğmuş varlıklar vardı. Gözsüz, yüzsüz, ancak varlıkları tüm gerçekliği sarsıyordu.



İşte o gece, İstanbul’un yüzeyinin altında, tarihin ve kozmik dehşetin kesiştiği yerde, tarikatın gerçek amacını öğrendim: Gözsüz Tanık, yalnızca bir izleyici değil; aynı zamanda kapıların bekçisi ve çağıranıydı. Bu çağrıya cevap vermek, insan aklını sonsuz karanlığa açmak demekti.

Ve ben, artık bu karanlığın içine çekilmiştim.

Bölüm VII – Sisler İçindeki Zihin




Gece bir sis gibi çöküyordu şehre. İstanbul, sokak lambalarının solgun ışığında bile bir sır saklıyordu. Ben ise kendimi, gerçeklikle rüya arasında incecik bir çizgide yürürken buluyordum. Zihnim, Gözsüz Tanık’ın sesleri ve Elif’in kayboluşunun gölgeleri arasında parçalanıyordu.


Anahtarla açtığım geçidin ardından gelen o karanlık oda, zihnimde tekrar tekrar oynanan bir film gibiydi. Ancak artık her adımda bir kuşku vardı; gördüklerim gerçek miydi, yoksa bir yanılsama mı?


Bu kuşkuyu derinleştiren, ansızın karşılaştığım eski bir el yazması oldu. Kitap, İstanbul’un kadim yazıtları ve tarikatın sembollerini taşıyordu. İçinde gizli bir harita ve şifreli mesajlar vardı. Harita, üç mistik mekan – Galata, Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı – arasında gizli bir enerji hattını işaret ediyordu: “Işıksız Hat”.


Tarikatın ritüellerinde kullandığı spiral maskeler ve yüzleri olmayan figürler, aslında bu hattın bekçileri gibiydi. Ritüel sırasında bu maskeler, izleyiciyi gerçekliğin ötesine, kozmik karanlığın içine çağırıyordu.


Bana verilen defterde ise “Rüya Dili” yazılıydı; karmaşık semboller ve çizimler, insan aklını boşaltıp karanlık bilinmeze açılan kapıyı anlatıyordu. Sayfaların arasında Elif’in gözlüğü duruyordu, bir zamanlar onu gerçekliğe bağlayan tek şey.


Kendimi gitgide daha izole olmuş hissettim. Şehirde insanlar yüzlerce yıl boyunca bu tarikatın etkisi altında yaşıyordu, ancak farkında değillerdi. Tarikat, sadece eski zamanların kalıntısı değil; yaşayan bir güçtü.


Bir gece, Kadıköy’de terk edilmiş bir hamamda ayin yapıldı. Ayinde, üyeler spiral maskelerini taktı; yüksek sesle kozmik dualar söylediler. Ben gizlice izledim. Ritüelin sonunda, bir figür yükseldi, gözleri spiralle dolu, yüzü olmayan bir varlık gibi. Bu, Gözsüz Tanık’tı.


O an anladım: tarikat, sadece kozmik kapıyı açmıyor; aynı zamanda insan ruhlarını ve zihinlerini kendi varlığına katıyordu. Onlar, izleyiciler değil, çağırılanlardı.


Bir başka ipucu buldum: üç mekanın birleştiği yerde, yer altındaki labirentte “Zaman Dışında Yürüyen” adlı bir varlık bekliyordu. Tarikatın kutsal metinlerine göre, bu varlık, gerçeklik ile rüya arasında bir geçitti. Ona ulaşanlar, artık geri dönemezdi.


Kendimi giderek parçalanmış hissediyordum. Artık hayallerimde bile, gerçeklikten kaçış yoktu. Zihnimde sessiz bir çığlık vardı, ama dış dünyaya bunu duyuracak kimse kalmamıştı.

Sislerin içinde yitip giden İstanbul’un sokakları, artık bana ait değildi. Her adımda, şehrin altında saklı bir başka sır daha ortaya çıkıyordu ve ben o sırların ağırlığında eziliyordum.


Zihnim, gerçeklikle kabusun arasındaki ince perdeyi yavaş yavaş yırtıyordu. Geceleri rüyalarımda Gözsüz Tanık’ın varlığı daha da belirginleşiyor, onun boş gözlerinde kendi ruhumun yansımasını görüyordum. Her defasında o boşluk, içimi karanlık bir boşluğa çekiyordu.


Tarikatın el yazmalarında okuduklarım beni iyice ürkütüyordu. “Zaman Dışında Yürüyen” adını verdikleri varlık, sadece bir figür değil, zaman ve mekanın kendisini büken, iç içe geçiren bir kozmik varlıktı. Ona dokunmak ya da onu anlamak, insanın aklını yıkıp yeniden şekillendiriyordu.


Galata, Ayasofya ve Yerebatan’daki gizli geçitleri ve ritüel alanlarını tek tek gezdikçe, sanki zaman içinde kayboluyor, gerçeklik birer hayal kırıntısına dönüşüyordu. Ayasofya’nın altındaki gizli odada, taşların arasına kazınmış spirallerin içinde kendi yüzümü gördüm—ama yüzüm parçalanıyordu, bir maske gibi çatlıyor, ardında başka bir yüz gizleniyordu. Bu yüz, Gözsüz Tanık’ın simgesiydi.


Bir gece, labirent gibi tünellerde ilerlerken, arkamda yankılanan ayin şarkıları duyuldu. Kalbim hızla atıyor, nefesim kesiliyordu. Sanki şehir benimle konuşuyor, benden bir şeyler bekliyordu. Derin bir dehlizde durdum; duvarda, uzun yıllar boyunca saklanmış, kırık bir levha vardı. Üzerinde eski Türkçe harflerle yazılmıştı:


“Zaman dışına çıkana, geçmiş ve gelecek bir olur. Seçim yoktur, sadece varoluşun sonsuzluğunda sürüklenmek.”

Elif’in kayboluşu, spiral madalyon, ve gözleri olmayan o varlık... Hepsi artık iç içeydi. Bu labirent, sadece fiziksel bir mekan değildi; aynı zamanda zihinlerin karanlık sarmalıydı.

Gözlerimi kapattığımda, spiral desenler dalga dalga beynimde yayılıyordu. Onlarla birlikte yükselen bir ses vardı, kelimeler değil, daha derin, bilinçaltının fısıltısı:

"Kapıyı açan, kapının ardında kaybolur."

Ve kapı, çoktan aralanmıştı.



İstanbul’un altındaki karanlık, artık bana teslim olmuştu. Bundan sonra ne gerçekti, ne rüya — sadece karanlık ve spiral içinde kaybolan bir izleyici kalmıştı.

Geçitlerin sonunda, zamanın ve mekanın çözülmeye başladığı o kutsal mekâna vardım. Burası İstanbul’un karanlık kalbindeki son sığınaktı; Rüya Tarikatı’nın yüzyıllardır sakladığı sırların merkezi…


Yerebatan Sarnıcı’nın en derin kısmında, devasa sütunların arasında bir alan açılmıştı. Taş zemin üzerinde spiral motifler, kan ve mumların izleri, kutsal bir düzen içinde dizilmişti. Odanın tam ortasında, eski bir taş platform vardı; üstünde, üçgen şeklinde dizilmiş üç sembol: Galata Kulesi’nin silueti, Ayasofya’nın kubbesi ve Yerebatan’ın gizemli suları.


Elimdeki anahtar parlıyordu; birden platforma yaklaştım ve anahtarı tam ortadaki küçük oyuklara yerleştirdim. Anahtar tıpkı bir yapboz parçası gibi yerine oturdu. O anda, odanın etrafındaki mumlar birdenbire yanmaya başladı ve taşlar titremeye başladı; sanki yer altı şehirle birlikte nefes alıyordu.


Birden gözlerimin önünde zaman ve mekanın sınırları eridi; geçmişle gelecek iç içe geçti. Tarikatın kökenlerine dair karanlık gerçekler, zihnime şimşek gibi çaktı:


Rüya Tarikatı, sadece Osmanlı döneminde değil, çok daha eskilere, Bizans’a, hatta antik Anadolu’nun en eski uygarlıklarına kadar uzanan kadim bir örgüttü. Onların amacı, kozmik varlıklarla – özellikle “Nyarlaz” adıyla andıkları Gözsüz Tanık’la – bir bağ kurarak insanlığın sınırlarını aşmaktı.


Bu varlık, bir kapıydı aslında. Gerçeklikle hayalin, yaşamla ölümün arasında bir geçitti. Onunla iletişim kuranlar, “Zaman Dışında Yürüyenler” olarak anılırdı. Ruhları zamanın ve mekânın dışında dolaşan, artık insan olmaktan çıkmış, varlıkların sınırlarını zorlayan bireylerdi.


Tarikatın ritüellerinde kullanılan spiral desenler ve maskeler, bu geçidin anahtarlarıydı. Spiral, sadece bir şekil değil, varoluşun ve bilinç akışının simgesiydi. Maskeler ise, bireyselliği silip kozmik bilinçle bütünleşmeyi temsil ediyordu.


O an anladım ki Elif’in kayboluşu da, benim burada olmam da tesadüfi değildi. Bizler, çağrılanlardık. Tarikatın kadim planı, sonsuzluğun eşiğinde yeni bir kapının aralanmasıydı.


Bir anda odanın içinde bir fısıltı yükseldi; kelimeler değil, bir tür enerji, his olarak beynime doluyordu. “Gel… Gel artık…”.


Ayaklarım istemsizce platforma doğru sürüklendi. Elimdeki madalyon ısındı, spiral desenleri parlamaya başladı.


Tam o anda, platformun ortasında bir çatlak açıldı. İçinden karanlık, derin bir boşluk belirdi. Boşluğun içinde, Gözsüz Tanık’ın şekli süzüldü. Boş gözleriyle bana bakıyordu; ama bu bakış, bir yargı değil, çağrıydı.


“Son adımı at… ve gerçekliği ardında bırak…”


Derin bir nefes aldım. Artık dönüş yoktu.




O adımı attığım anda, dünya titreşti. Zaman paramparça oldu. Ben ve şehir, sonsuz bir spiral içinde kaybolduk.




İşte tam da burada, gerçek ile kâbusun sınırları tamamen kalktı. Artık yalnızca bir gözlemci değil, kozmik oyunun bir parçasıydım. Ve İstanbul’un karanlık sırları, yavaş yavaş evrenin sonsuz bilinmezliğinde kayboluyordu.

Zaman ve mekânın ötesinde süzülürken, zihnimde yeni bir gerçeklik belirdi. Bu gerçeklik, kelimelerle değil; şekillerle, desenlerle, kodlarla konuşuyordu. Her bir sembol, her bir desen, bir kapı aralıyordu; ama açmak için akıl değil, sezgi gerekiyordu.


Eldeki defterdeki spiral göz, tek başına bir sembol değildi artık. Bu, üç aşamalı bir şifrenin ilk parçasıydı. Defterin sayfalarında, göze eşlik eden üç sembol daha gizlenmişti; her biri bir dilde, bir ritüelde, bir zaman diliminde farklı şekillerde ifade edilmişti.


İlk şifre, spiral gözün çevresinde yer alan harflerden oluşuyordu. Defterdeki yazıya göre, bu harfler eski Sümer alfabe benzeri bir diziydi ve harflerin sayısal karşılığı toplamda 42’yi veriyordu. Bu sayı, kutsal bir sayıya işaret ediyordu: Bilinmeyenlerin kapısını açan sayfa.


İkinci sembol, küçük bir üçgenin içinde gizlenmiş bir döngüydü. Bu döngü, Ayasofya’nın kubbesinin gizli yapısına, özellikle kubbenin altındaki kalem işleri arasına işaret ediyordu. Üçgenin her köşesinde bir harf vardı: “N”, “Y” ve “A”.


Üçüncü sembol ise, Yerebatan’daki suyun altında gizlenen, dalgalar arasında kayan bir figürdü. Bu figür, sarnıcın derinliklerinde saklanan kadim yazıtların bir yansımasıydı.




Birleştirdiğimde ortaya çıkan kelime ise: “NYALA”


Bu kelime ne dildeydi, ne tam olarak ne anlama geliyordu; ama defterde eski bir uyarı vardı: “Nyala’yı bilen, kapıyı açar; ama kapıdan geçen, artık kendi değildir.”




Bu noktada, defterde başka bir not dikkatimi çekti; satırların arasında gizlenmiş, ancak spiral hareketlerle ilerleyerek okunabilen bir başka şifre:


“İlk ışıkla üçüncü adımı bul. Yüzleri olmayanlar seni bekliyor.”



Şifrenin çözümü için üç ana mekan vardı: Galata Kulesi, Ayasofya’nın kubbesi ve Yerebatan Sarnıcı. Her biri, tarikatın ritüellerinin sahnesi olmuştu. Her yerde “yüzsüz” maskeler bulunuyordu.


O gece, ay ışığının altındaki İstanbul’u bir kez daha dolaşmaya karar verdim. Galata Kulesi’nin çevresinde saklı bir taş bloğun altına küçük bir el yazması gizlenmişti. Yazma, yine spiral motiflerle doluydu ve bir başka şifreyi içeriyordu.




Şifre Bulmaca #1:


Taş bloğun üzerindeki yazı şöyleydi:


“Düğüm çözülürse, üç geçit açılır;
İsimler yanar, zamanı durdurur;
Her kelime, bir anahtardır;
İlk harfi al, yolun başlar.”



Bu şiirin ipuçlarını takip ederek, madalyonumdaki spiral desenin farklı noktalarındaki harfleri işaret ettim. Harfler birleşince ortaya “DIR” kelimesi çıktı. Bu kelime, daha önce bulduğum “kapı bekçisi” tanımıyla örtüşüyordu.




Şifre Bulmaca #2:


Ayasofya’nın kubbesindeki kalem işlerinin içindeki “N”, “Y” ve “A” harfleri, aslında gizli bir sırrı simgeliyordu.


Harfler bir araya geldiğinde “NYA” çıkıyordu. Bu, “Nyarlathotep” kelimesinin kısaltması mıydı? Ya da tarikatın eski kodlarından biri mi?


Defterde, bu üç harfin yanına çizilmiş bir ok işareti vardı; ok, güneybatıya, Yerebatan’a doğru işaret ediyordu.




Yerebatan’a doğru ilerlerken, sarnıcın en karanlık noktasında gizlenmiş, suyun altında yarı erimiş bir taş tablet buldum. Üzerindeki yazıtlar hem Yunanca hem de eski bir dildeydi.


Orada da şu ifadeler yazıyordu:


“Gölgelerin efendisi, sonsuzluğun anahtarı;
Üç yer birleştiğinde, gerçeklik aşılır.”



Bütün bu şifreleri ve ipuçlarını birleştirdiğimde, tarikatın amacının sadece bir kapıyı açmak değil, İstanbul’u ve belki de tüm dünyayı saran bir kozmik düğümü çözmek olduğunu fark ettim.

Bu düğüm, gerçeklikten kopuşun, bilinmezin kapısının aralanmasının anahtarıydı.

Ama tek korkutucu olan, kapıdan sonra ne olacağıydı.



Şimdi, sırada o kapıyı açmak ve ardındaki karanlıkla yüzleşmek vardı.


Gece çökmüştü. İstanbul’un sokakları, karanlık ve sessizlikle örtülmüştü. Ama benim içimdeki sessizlik bozuktu; bir fırtına gibi kopuyordu. Elif’in kayboluşu, her şeyin başlangıcıydı ama bir o kadar da sonu gibiydi. Defterdeki şifreler, semboller artık sadece birer işaret değil, aklımın derinliklerinde yankılanan çığlıklar olmuştu.

O gece, elimdeki anahtarı, madalyonu ve defteri bir araya getirdim. Tüm bunlar, bilinmeyene açılan kapının anahtarlarıydı. Ama kapıyı açmanın bedeli neydi? Zihnimde bu soru, sinsi bir gölge gibi dolaşıyordu.

Yataktan kalktım, pencerenin önüne geçtim. Dışarıda, Ayasofya’nın silueti ay ışığında bir hayalet gibi parlıyordu. Gözlerim kapanıyor, ama zihnimin derinliklerinden yankılanan sesler uyandırıyordu beni.

Birden, elimdeki madalyonun içinden soğuk bir rüzgar çıktı, odanın içindeki mumlar titredi. Madalyonun üzerindeki spiral desenler dönmeye başladı. Dönüyor, dönüyor ve sonunda kendi içinde açıldı; içinden küçük, altın sarısı bir anahtar düştü.

Aynı anda, telefonum çaldı. Ekranda Elif’in adı vardı. Titreşimle birlikte, telefondaki ses, tıpkı defterdeki rüya dili gibi anlaşılmaz ve boğuktu.

Bir fısıltıydı, kelimelerden çok titreşimler... Ama anladım:

"Gel… kapı açıldı… seni bekliyoruz…"

Yutkundum. Telefon kapandı.

Karanlıkta, aniden duyduğum ayin müziği yankılandı; kadim, insanın ruhunu oyup alan bir ezgi. Hafifçe kulaklarım çınlamaya başladı; kalbim deli gibi atıyordu.

O gece, zihnimde karanlık bir yolculuk başladı. Elif’in gözlüğü hala elimdeydi; gözlüğü taktığım anda, dünya değişiyordu. Kendi zihnimde kayboluyor, geçmiş ile geleceğin, gerçek ile hayalin, bilinç ile bilinçdışının iç içe geçtiği bir labirente düşüyordum.

Labirentin içinde, yüzleri olmayan maskeli figürler belirdi. Her biri sessizce bana bakıyor, her bakış bir sır fısıldıyordu. Yaklaştıkça, bir şifre belirdi:

Zihinsel Şifre Bulmaca:

Maskelerin yüzünde, sadece spiral şekiller ve üç çizgi vardı. Bu çizgiler, eski Sümer rakamlarıydı:

Bir çizgi = 1

Üç çizgi = 3

Birleştirildiğinde: 1-3-1

Bu sayı, Elif’in defterinde de bir anahtar olarak geçiyordu. 131, eski çağlardan kalma bir kod; “Kapıdaki yolda ilk adım”.

Zihnimde ilerledikçe, bir ses yükseldi:

"Birinci kapı açıldı; ikinci bekler. Gözlerini kapat ve ışığı gör."

Kendimi aniden Karaköy’de, eski bir mezarlığın içinde buldum. Mezar taşlarının üzerindeki işaretler spiral göz motifleriyle doluydu. Toprağın altında yankılanan ayin sesleri, sanki yaşamla ölüm arasında ince bir perdeyi titretiyordu.

Orada, Elif’in hayaletimsi silueti belirdi. Konuştu:

"Bizi izleyen, bizden çok daha eski… Tarikatın kökleri, sadece Osmanlı veya Bizans’la değil, insanlığın karanlık doğuşuyla bağlantılı. ‘Gölgelerin Efendisi’ olarak anılan varlık, zamanın ve gerçekliğin ötesinden geldi. Tarikat, onun dünyaya açılan kapısını bekliyor. Ve biz... o kapıdaki bekçileriz."

Elif’nin sözleri, yüreğimde buz gibi bir korku yarattı. Çünkü artık biliyordum: bu iş, sadece İstanbul’un değil, tüm evrenin dengesiyle ilgiliydi.

Kendime döndüğümde, elimde defterde yeni bir sayfa belirmişti. Üzerinde:

“131: Kapı Açıldı, Yolun İkinci Parçası: Işıksız Hat boyunca yürü, ama sadece gölgeler seni görecek.”

Ve ben yürümeye devam ettim.

Bölüm XII – İçsel Labirent ve Kayıp Zamanın Sesi




Gecenin en koyu vaktiydi. Elif’in kayboluşu ve tarikatın sırrı üzerine düşünüp duruyordum. Odanın köşesinde, defterdeki semboller arasında kaybolmuş, spiral desenli madalyonu avuçlarımda döndürüyordum. Tüylerim diken diken oldu; çünkü madalyonun içinde, az önce fark ettiğim yeni bir sembol beliriyordu. Gözsüz Tanık’ın spiral gözü, şimdi daha da derinleşmiş, neredeyse canlı bir varlık gibi hareket ediyordu.


Birden kendimi tekrar rüya benzeri bir ortamda buldum. Bu defa karanlık bir labirentin içindeydim. Duvarlar, eski yazıtlar ve bilinmeyen dillerle kaplıydı. Her adımda yankılanan bir ses vardı; insanın kendi kalp atışını bile bastıracak kadar güçlü.


Bir fısıltı duyuldu:


"Zamanın içinde kaybolanlar, kayıp zamanın sesini duyar. Gölgelerin içinde yürüyenler, gerçek olmayan gerçeği görür."


Yolun sonunda eski, taş bir kapı vardı. Üzerinde kırmızıyla yazılmış bir şifre:




Şifre:


Δ - Ω - Ψ - Σ




Bu semboller, Yunan alfabesinin mistik harfleriydi. Her biri tarikatın farklı bir evresini simgeliyordu.


  • Δ (Delta) — Değişim, geçiş.
  • Ω (Omega) — Son, tamamlama.
  • Ψ (Psi) — Zihin, ruh.
  • Σ (Sigma) — Toplama, bütünlük.

Şifreyi çözersem kapı açılacaktı.




Defterde bir ipucu vardı:


"Başlangıç, son, zihin ve bütünlük bir araya geldiğinde, kapı açılır. Başlangıç ve son aynı noktada buluşur."


Birkaç dakika sonra anladım: Delta ve Omega, yani başlangıç ve son, bir döngüyü temsil ediyordu. Psi ruhun kapısı, Sigma ise bu döngünün tamamlayıcısıydı.


Bu, kozmik döngüde kaybolan ruhların sırrıydı.




Kapıya dokundum. Tam şifreyi aklımda tekrar ederken, kapı ağır ağır açıldı ve karanlık içinden ince bir ışık hüzmesi yayıldı. Işığın içinde Elif’in silueti belirdi. Bu sefer daha canlı, daha gerçekti.


Ama bu Elif değildi. O, tarikatın karanlık ve çarpıtılmış bir yansımasıydı. Gözleri spiral desenlerle doluydu. Bana doğru ilerledi ve fısıldadı:


"Kendini bulmak için önce kaybolman gerek. Zihnindeki labirentin sonundaki kapıyı aç, çünkü gerçek korku orada saklı."




Uyandığımda, elimde defterin yeni sayfaları vardı. Üzerlerinde yeni şifreler, karışık çizimler ve şifrelenmiş mesajlar...


Bunlardan biri özellikle dikkat çekiciydi:




Şifreli Mesaj:


H U K M A R — Y A Ş A M A K — Z A M A N


Her kelimenin baş harfi bir ipucuydu: H, Y, Z.


Bunlar Elif’in defterinde yazılıydı. "Hakmar", "Yaşamak" ve "Zaman" — kelimeler birbirine bağlıydı.


Şifre çözülmeliydi.




Bu kelimeler, tarikatın eski bir ayininden alıntıydı. “Hakmar”, kayıp bir tanrının adı, “Yaşamak” onun varoluş sebebi ve “Zaman” onun silahıydı.


Celal olarak artık sadece fiziksel kapılar değil, zihinsel kapılar da önümdeydi.




Sonra aniden anladım: Tarikat sadece şehirde değil, insan zihninde de yaşıyordu. Her korku, her unutulmuş anı, onların kapılarını açıyordu.


Ve ben, o kapılardan geçmek zorundaydım.

Bölüm XIII – Işıksız Hat’ın Gölgeleri




Ertesi sabah şehre çıktığımda, elimdeki yeni defterle birlikte “Işıksız Hat” boyunca yürümeye karar verdim. Galata Kulesi’nden başlayan ve Ayasofya’yı, Yerebatan Sarnıcı’nı birbirine bağlayan o hayali çizgi... Bu hat, İstanbul’un en eski ve en karanlık sırlarını saklıyordu.


İlk durak Galata Kulesi’nin etekleriydi. Burada, Cenevizlilere ait eski taş işçiliğinin arasında, defterdeki yeni sembollerle eşleşen gizli işaretler buldum. Taşların üzerine ince, neredeyse görünmez çizilmiş spiral desenler ve küçük noktalar. Bunlar aslında haritanın yeni parçalarıydı.


Defterde ayrıca yeni bir bulmaca vardı:




Bulmaca:


Her spiral içinde bir sayı gizlidir. Bu sayıları toplayıp, ortaya çıkan toplam sayı kadar ileri git.


Spirallerde gizli sayılar:


  • Galata: 13
  • Ayasofya: 22
  • Yerebatan: 17



Üç sayıyı topladım: 13 + 22 + 17 = 52. Bu sayı, İstanbul’un eski bir ilçesindeki (isim vermeden) eski bir hamama işaret ediyordu. Buraya gitmeliydim.




Ayasofya’ya doğru ilerlerken, şehrin kalabalığı arasında bir şey daha fark ettim: Tarikat üyeleri, gizli el işaretleriyle birbirlerini tanıyorlardı. Ellerini spiral desenine benzer bir işaretle hızla birbirlerine dokunuyor, sonra sessizce dağılıyorlardı. Bu işaret, tarikatın iç iletişim koduydu.


Ayasofya’nın yanında, eski Osmanlı döneminden kalma gizli bir geçit vardı. Burada, taş duvarlarda gizlenmiş yazıtlar buldum. Yazıtlar Osmanlıca ve eski Farsça karışımıydı. Yanlarında küçük çizimler, spiral semboller ve esrarengiz ibareler vardı.


Yazıtların biri şöyle diyordu:


"Gecenin içinde yolunu bulan, ışığın ardındaki karanlık sırları görecektir."


Buradaki “gece” ve “ışık” kavramları, tarikatın dualarında geçen anahtar kelimelerdi.




Son durak, Yerebatan Sarnıcı’na yakındı. Orada, defterde işaret edilen eski bir su kuyusunun kapağını buldum. Üzerinde karmaşık spiraller ve bilinmeyen bir alfabe vardı. Kapağı kaldırdığımda derinlikten gelen soğuk hava, içimde hem korku hem merak uyandırdı.


Kuyunun içinde, suyun yüzeyinde dalgalanan yansımalarda tarikatın sembolleri dans ediyordu. Bu sembollerle birlikte, suda yansıyan eski bir şiir vardı:




Şiir:


“Gölgeler arasında gizlenir gerçek,
Işıksız Hat’ta bulur seni bek.
Spiral yol, döner sonsuza,
Karanlıkta doğar yeni dünya.”





Şiirin son dizesi, bana tarikatın aslında yeni bir çağın doğuşunu beklediğini fısıldıyordu. Sadece fiziksel değil, kozmik bir devrimin habercisiydi bu.




Gözlerim kapandı, elimdeki madalyonun sıcaklığı arttı. Tekrar o labirentteydim. Fakat bu sefer labirentin duvarlarında, İstanbul’un yüzlerce yıllık tarihi, gizemli tarikat ayinleri ve kadim kozmik sırlar birbiri ardına açılıyordu. Zamanla, mekanlar birbirine karışıyor, geçmiş ve geleceğin sınırları silikleşiyordu.


Tarikatın izleri sadece taşlarda değil, zamanın kendisinde de vardı.




Bu noktada yeni bir şifre çözmek için sana bırakıyorum:




Şifre:


M 9 L 12 R 3 A 1



  • M9 = Galata Kulesi çevresi
  • L12 = Ayasofya civarı
  • R3 = Yerebatan Sarnıcı’nın alt tünelleri
  • A1 = Kadıköy Rıhtımı veya Sirkeci

Bölüm XIV – Dördüncü Kapı ve Sonsuz Aynalar


İstanbul'un altındaki harita tamamlanmıştı. Galata, Ayasofya, Yerebatan... Ve son nokta: Kadıköy rıhtımının altındaki unutulmuş Bizans sarnıcı. Şifreyi çözdüğümde, koordinatlar birleşip merkezde bir kavşak gösterdi: Büyük Postane’nin altındaki terk edilmiş tüneller.


O gece, el fenerim, spiral madalyonum ve Elif’in bıraktığı anahtarla o bölgeye indim. Rüzgâr, yerin altına indikçe değişti. Nemliydi, ama daha çok... eskiydi. Sanki zaman burada bükülüyordu. Dördüncü kapıyı, paslı bir demir levha gibi karşıma dikilmiş hâlde buldum. Üzerinde spiral içinde spiral, içinde spiral. Ve ortasında şu cümle:


“Sen kendini geçersen, biz geçeriz.”

Elif’in defterinden öğrendiğim ritüel kelimelerini tekrarladım. Spiral madalyonu kapıya yasladım. Bir uğultu yayıldı, sanki taşın içinden. Duvar titredi. Derinlerden yankılanan bir ses: “Tanık geldiğinde, sonsuz yansımalar başlar.”


Kapı açıldı.


İçerisi bir tünel değil, bir ayna galerisiydi. Sonsuz uzunlukta aynalar, her biri farklı bir zamanın yansıması. Aynaların bazıları Osmanlı askerleriyle doluydu, bazıları Bizanslı rahiplerle. Bir aynada ben vardım… ama gözlerim yoktu. Bir diğerinde ise Elif, spiral maskeyi takmış hâlde bana sırtını dönmüş, dua ediyordu.


Aynaların ortasında bir taş platform. Ve platformda, rüya diliyle yazılmış bir kitabe:


“Nyarlaz’ın Ruhu burada, çağırıldığında uyanır. Gözsüz Tanık olduğunda, kapılar sonsuza kadar açık kalır.”

O anda Elif’in sesi duyuldu. Arkama baktım, ama yoktu. Ses doğrudan zihnime yankılanıyordu:


“Bu yer, düş ile gerçeğin birleştiği çizgi. Burası dördüncü kapı değil. Burası, ilk doğumun aynası.”

Platforma yaklaştığımda yerde bir figür yatıyordu. Gri cübbe, spiral baston… Yaşlı adam ölmüştü. Ama yüzünde bir huzur vardı. Elinde bir not vardı, titrek el yazısıyla:


“Tanık bendim. Şimdi sıra sende. Kapıyı sonsuza kapatma, çünkü kapının ötesinde... biz hâlâ uyuyoruz.”

Aynalardan biri karardı. İçinden bir figür çıkmaya başladı. Yüzü yoktu, sadece spiral. Ellerini kaldırdı, konuşmadı ama zihnime bir cümle fısıldandı:


“Sen bizi çağırdın. Şimdi sor: Kimi geri istersin?”

Şaşırdım. Elif’i düşünmem bile yetti. O anda bir başka aynada görüntü değişti. Elif, sanki uykudan uyanmış gibi başını kaldırdı. Ama yüzü maskesizdi. Bana baktı. Göz göze geldik.


“Celal...” dedi, “...bu senin rüyan değil artık. Hepimizin.”


Platformda bir spiral daha oluştu. Işıkla doldu. Elif’in sesi tekrar duyuldu:


“Beşinci kapı... içeridedir.”

Bölüm XV – Beşinci Kapı: Sessizlikte Doğanlar


Platformun ortasındaki spiral ışık artık sabitti, ama içine baktığımda ne taş, ne cam... yalnızca karanlık gördüm. Fakat bu karanlık boşluk değil; bilinçli, kıpırdanan, izleyen bir karanlıktı. Ayaklarımın altındaki taş, derin bir nefes alır gibi titredi. Elif’in sesi yeniden zihnimde yankılandı:


“Beşinci Kapı senin içinde. Ama yalnızca dış dünyayı terk ettiğinde açılır.”

Yavaşça diz çöküp ellerimi spiralin merkezine uzattım. Dokunduğumda sıcak bir dalga bedenimi sardı. Gözlerim karardı ama görüntüler akmaya başladı:


Ayasofya’nın altında elleri bağlı insanlar, spiral maskelerle ayin yapıyordu. Yerebatan Sarnıcı’nda, suyun içinde spiral figürler, sesizce dizilmiş, bekliyorlardı. Ve Kadıköy’ün altında, bir taş yatağa uzanmış bir kadın vardı. Elif’ti. Uyuyordu. Ve göğsünde, madalyon parlıyordu.


Birden etrafımdaki aynalar çatlamaya başladı. Kırılmadılar—dönüştüler. Artık onlar ayna değil, geçitti. Ve her geçidin ucunda ben vardım. Farklı benlikler. Kimi çıldırmış, kimi susmuş, kimi Tanrı’yla konuşmuştu. Ama sadece bir tanesi, gözlerinde spiral olmayan tek Celal, bana bakıyordu.


“Ben sana ‘kim olduğunu’ göstermek için buradayım.”

Sesim sanki dışımdan değil, içimden geldi. Spiral figür hâlâ oradaydı, izliyordu. Ardından karanlığın içinden bir kitabe yükseldi. Rüya diliyle yazılmış ama şimdi anlayabiliyordum. Çünkü artık ben de rüya dilinde düşünmeye başlamıştım:


“Tarikat, düşlerden doğmadı. İnsanlık düş gördüğü gün doğdu. Ve ilk görülen düş, Gölgeler Efendisi’ydi.”



Tarikatın Kökeni – Rüyanın Tohumu


Yazıta göre “Oneirophagos” tarikatı yalnızca bir inanç değil, bir ayna ağıydı. Binlerce yıl önce, Mezopotamya'nın doğusunda, ilk insan gruplarından biri, bir mağarada gördükleri rüyayı anlatmakla başlamıştı. Bu rüya, şekil değildi—bir ses, bir düzen, bir spiraldi.


Tarikatın ilk ismi “Nyarlaz’ın Uyananları”ydı. Sümerler onu “DİR” olarak kayda geçti. Mısırlılar, “Amenti’nin Kapıcısı” dedi. Yunanlılar, onu Hades’in aynası olarak gördü. Osmanlıda, II. Mahmud döneminde bastırılana dek “Rüya Tarikatı” adını aldı. Ama hiçbir zaman yok edilmedi. Çünkü rüya öldürülemezdi.


Yazıtta şu cümle yer alıyordu:


“Gölgeler Efendisi uyanmaz, hatırlanır.”

Tarikatın amacı, bir Tanrı’yı çağırmak değil, insanlığın kolektif bilinçaltını bir kapı gibi kullanarak onu geri getirmekti. Ve bu, her çağda birini seçerek yapılıyordu. Spiral, çağrının mührüydü.




Bölüm XVI – Geri Dönüş Yok


Artık ben o “seçilmiştim.” Spiral madalyon, avucumda ışıldadı. Beşinci Kapı’nın içinden adımımı attığımda bir odaya çıktım. Taş bir salon, duvarlarında binlerce spiral kazınmıştı. Ortasında bir taht. Tahtta Gözsüz Tanık oturuyordu. Ama bu figür hareketsizdi; bir beden değil, bir yansımaydı. Ona her baktığımda yüzü değişiyordu—babam, hocam, ben, Elif...


Elif belirdi. Bu kez gerçekti. Kanlı gözlükleri elindeydi. "Seni seçmeleri için ben izin verdim," dedi. "Çünkü sen, spiralden korkmadın. Sen, onu anlamak istedin."


Kızmadım. Çünkü artık anlıyordum. Beşinci Kapı’nın ötesinde bir doğum vardı. Korkunun değil, bilincin doğumu. Rüyanın içindeki rüyaydı bu.


Elif, bana spiral bastonu verdi.


“Ya geri döneceksin, her şeyi unutmuş gibi. Ya da burada kalıp, yeni Tanığın ne olacağını yazacaksın.”

Tahtın yanına oturdum. Gözlerimi kapadım.


Ve o anda ses duyuldu:


“Yazan, çağıran olur. Okuyan, gören olur. Görense... dönüşemez.”

Bölüm XVII – Tanığın Kitabı: Spiral Kâğıtlara Yazılanlar


Odanın ortasında beliren taş bir masa vardı. Üzerinde, ciltlenmemiş kâğıtlar... ama bunlar sıradan parşömenler değildi. Her biri, boşken bile yaşayan bir şeyin teni gibiydi. Nefes alıyor, kıpırdıyorlardı. Elif’in bana verdiği spiral baston, bir kalem gibi işlev görüyordu. Mürekkep yoktu—kanımla yazmam gerekiyordu.


İlk satırda elim titredi:


“Ben Tanık Celal, artık yalnızca gözlemci değilim. Yazdıklarım olacak, olacaklar yazacak. Bu, ilk sayfadır.”

Ve yazmaya başladım. O anda, odadaki her şey değişti. Duvarlar çözüldü. Ayasofya'nın bodrum katında, ıslak taşların arasından bir çığlık yükseldi. Kadıköy'de yer altına inen bir istasyon kapısı kendi kendine açıldı. Beyoğlu’nda bir kafede oturan yaşlı bir adam, cebinden spiral bir madalyon çıkarıp gülümsedi.




Tarikatın Uyanışı – İstanbul’daki Yansımalar


Yazdıkça görmeye başladım: İstanbul’un farklı yerlerinde spiral figürlere uyan insanlar vardı. Ve bu kişiler tarikat üyesi değildi. Onlar sadece... dokunulmuştu. Rüya görmeye başlamışlardı. Aynı rüya:


“Derin bir kuyuda uyanan tanrısız bir ışık. Ve onu gören, onu yazar.”

İsimler yazdım. Adresler. Rüyaların ritmini, desenini. Çünkü artık yalnız ben değilim. Benim gözümden bakan başka bilinçler var.


Bu sırada Elif, bir kitap uzattı bana. Kapağında hiçbir şey yazmıyordu. Yalnızca spiral bir çizim. Açtım—boştu. Ama Elif konuştu:


“Bu kitap, yazılmamış olanları içerir. Ne yazarsan, gerçek olur. Ama bir şartla: Unutmayı göze alırsan.



Bölüm XVIII – Kendini Silen Kalem


Son bir görevim vardı. Yazmam gereken bir son. Kitapta spiral yavaşça dönüyordu, sanki beni bekliyordu. Ve ben şu satırları yazdım:


“Elif hiçbir zaman ölmedi. O, Tanıklık görevini taşıyandı. Celal onu bulduğunda, hâlihazırda uyanmıştı. Tarikatın onu gözden çıkarması, yeni bir çağın habercisiydi. Çünkü bu sefer, Tanık iki kişiydi. Bu sefer Tanık yazan değil, uyanandı.

Ve ardından son satır:


“Bu kitabı okuyan kişi, Tanıklık görevini devralır. Ama yalnızca rüyasında onu görürse.”

Kalem elimden düştü. Kâğıtlar kendi kendine ciltlendi. Kitap tamamlandı. Oda karardı.




Bölüm XIX – Gözsüz Tanığın Son Yüzü


Uyandığımda, Eyüp’te eski bir tekkede buldum kendimi. Başımda spiral dövmeli bir adam bekliyordu. Cebimde o kitap vardı. Ama adım artık “Celal” değildi. Hiçbir kimlik kartım yoktu. Hiçbir izim, kayıtlarım kalmamıştı. Ben silinmiştim.


Ama elimdeki kitap hâlâ sıcaktı.


İstanbul’da bir müzede sergilenen taş maskeye baktığımda, maskenin gözü bana döndü. Spiral, gözbebeğinde dönerken bir ses duydum:


“Gördün. Yazdın. Şimdi unut. Çünkü Spiral hatırlanmaz. Spiral olur.”

Bölüm IV - Sonsuzluğun Eşiğinde




Kapalıçarşı’nın altındaki geçitten çıkmam saatler sürdü. Yaşlı adamın verdiği rüya dilindeki defteri, koltuğumun altına sıkıştırmıştım. İçimde garip bir titreşim vardı—sanki şehir beni tanıyordu artık. Yüzeyin üstünde yürüyen insanlar, hiç farkında olmadan, çoktan başka bir şeyin gölgesinde yaşıyordu.


Elif’in gözlüğünü cebimde tutarken bir karar verdim: Haritadaki ikinci noktaya, Ayasofya’ya gitmeliydim.




Ayasofya'nın mermer merdivenlerini tırmanırken kulaklarımda garip bir ezgi yankılandı. Dışarıda hiçbir müzik yoktu ama içeride, duvarların içinden gelen bir inilti gibi tınlayan, melodik ama aynı zamanda anlamsız bir ses vardı. Bir zamanlar ilahilerle çınlayan bu kubbe, şimdi başka bir şeye ev sahipliği yapıyordu.


Galeri katına çıktım. Defterdeki piktogramlardan biriyle uyuşan bir motif, duvar süslemelerinin arasında dikkatimi çekti: spiral içinde yarım bir güneş. Elimi uzattım—taşın yüzeyi sıcak gibiydi.


Tam o anda, galerinin loş bir köşesinde siyah cübbeli üç kişi belirdi. Yüzleri maskeliydi. Spiral desenli, ağızsız, gözsüz maskeler. Hiçbir şey söylemeden bir daire oluşturdular. İçlerinden biri elini kaldırdı ve boğuk bir sesle konuştu:


"Üçüncü işaret için ikinci dilin tamamlanması gerekir. Yoksa kapı, seni yutar."


Ne dediğini tam anlayamamıştım ama yaşlı adamın verdiği defterin bir kısmı, Ayasofya’nın zemin planını gösteriyor gibiydi. Özellikle zemindeki mihrap taşının altında küçük bir geçit işaretlenmişti.


Onlara göz ucuyla bakarak mihrap taşına doğru ilerledim. Diz çöküp defterdeki satırları fısıldayarak okudum. Sözleri tamamlarken taş titredi. Altında bir boşluk açıldı—karanlık ve tozlu bir geçit. Arkama baktığımda maskeli üçlü yok olmuştu.


Geçide indim. Dar, havasız bir tüneldi. Duvarlarında kireçlenmiş yazılar vardı; spiral semboller, üç gözlü varlıklar ve şu satır tekrar ediyordu:


“İnsan, sonsuzluğu tanıyamaz; ama dokunursa, sonsuzluk onu tanır.”




Tünelin sonu bir odaya açılıyordu. Odanın ortasında siyah taş bir sunak, üstünde bir başka madalyon: bu kez üç spiral iç içe geçmişti. Ve sunağın çevresinde sembollerle yazılmış bir şifre:


“Bir şehir, üç damar. Biri ışığı taşır, biri karanlığı, biri aynayı. Hangisi sende birleşirse, onun adını söyle.”

Damarların ne olduğunu anlayamıyordum. Galata, Ayasofya ve Yerebatan mıydı bunlar? Yoksa daha derin bir anlam mı gizliydi? Şifreyi çözmeye çalışırken, sunağın arkasındaki duvarda bir parşömen buldum. Rulo yapılmış, balmumuyla mühürlenmişti.


Açtım. Eski Osmanlıca ile yazılmıştı ama anlaşılır durumdaydı. Bir tarikat mensubunun itirafıydı:


“Gözsüz Tanık, rüyalarımızdan doğdu. Nyarlaz ismini sadece bir kere söyledik ve şehir bir daha hiç susmadı. O varlık, zamanda yürümüyor; zamanı kendi nefesiyle büklüyor. Kapıları biz açtık. Şimdi her gece başka biri kayboluyor.”

Parşömenin sonunda, son bir satır kalbimi sıktı:


"Kapı bir kez daha açılırsa, sadece İstanbul değil, rüyanın tüm haritası yanacak."




Ayasofya’nın derinliğinde kaybolurken, zihnimde bir gerçekle yüzleşiyordum. Bu artık sadece bir araştırma ya da bir kayıp arkadaşın peşinden gitme meselesi değildi. Ben, istemeden de olsa, kapıyı açanlardan biri olmuştum.


Ve kapıdan sızanlar artık sadece rüyaları değil, gerçekliği de kemirmeye başlamıştı.

Bölüm V – Derinlikteki Dil




Ayasofya’nın altındaki geçitten çıktıktan sonra rüya hâli devam ediyordu. Zamanın ritmi yavaşlamış gibiydi; sokaklar sessiz, insanlar bulanık siluetlere dönüşmüştü. Elimdeki parşömen ve defterin ağırlığı, ruhuma bir yük gibi çökmüştü.


Nihayet kendimi Süleymaniye Camii’nin avlusunda buldum. Burası defterdeki haritanın son noktasıydı. Ama bu kez beni bir mezar taşı çağırdı: solmuş mermer üzerine kazınmış tek kelime vardı:


“Rü’yet”


Arkasındaki taş duvarda spiral motif tekrar belirdi. Tam merkezinde bir boşluk—elime sığacak kadar. Tereddütsüz, cebimdeki madalyonu yerleştirdim. Duvar titredi. Gözle görünmeyen bir perde yırtılmış gibi oldu; zaman çatladı.


Bir geçit açıldı. Ama bu kez taş değil, bilinç değişti.




Kendimi bir başka mekânda buldum. Burası İstanbul değildi ama onun kabusu gibiydi. Tersine akıyordu sular, camiler gökyüzüne değil, derinliğe doğru uzanıyordu. Minareler karanlığa işaret ediyordu. Semada yıldız yoktu, yalnızca spiral bir göz her şeye hükmediyordu.


Yerde yatan bir kadın gördüm—Elif’ti.


Yarı baygın, nefes alıyordu. Yanında diz çöktüm. Gözlerini açtı, fısıldadı:


"Onlar sadece sembol değil... isim. İsimler çağırır."


Elif’in kolundaki dövmede dikkatimi çeken şey, daha önce fark etmediğim bir detaydı: dövmenin spiralinin merkezinde çok eski bir alfabe vardı. Defterdeki dille aynıydı.


Fısıltı tekrar yükseldi. Bu kez dışarıdan değil, içimden:


“Nyarlaz... Nyarlaz... Onun ismi her şeyin altında.”


Kafamda bir çark dönmeye başladı. Ayasofya’daki yazı, parşömendeki tarikat itirafı, Galata’daki ritüel ve şimdi Elif’in söyledikleri... hepsi birleşiyordu.


Bu bir tanrı değildi—daha çok bir yankıydı. Düşüncenin, korkunun yankısı. Onun ismi söylenmezdi çünkü isim onu çağırmazdı; isim ona alan açardı.




Elif’i kucaklayıp geçitten çıkarmaya çalışırken mekan kendini katlamaya başladı. Süleymaniye’nin gerçekliği parçalanıyordu. Spiral, mekânın ortasında dönerek büyüyor, geçmişle geleceği içine alıyordu. Bin yıllık taşlar kararıyor, havaya yazılmış dualar geri siliniyordu.


Bir ses, bir yargıç gibi konuştu:


“Sadece bir isimle kapatılır bu yarık. Ama bedel ödenmeden olmaz.”


Elif’in eli titreyerek cebime uzandı. Parşömeni aldı. Yüzü kararlıydı.


“Ben kalacağım,” dedi. “Onun gölgesini ben uyandırdım. Sen bu hikâyeyi bitir.”


İtiraz edecek gücüm kalmamıştı. Elif madalyonu spiral gözün merkezine yerleştirdi. Göz parladı. Zaman, cam gibi çatladı.


Bir ışık patlamasıyla her şey karardı.




Uyandığımda Galata’da, ilk kayboluşun yaşandığı sokaktaydım. Gecenin üçüydü. Ne gökyüzünde spiral vardı, ne de kulaklarımda fısıltılar. Ama cebimde Elif’in gözlüğü hâlâ duruyordu.


Ve defterin en son sayfası, kendiliğinden açılmıştı:


“İstanbul’un altında bir şehir daha var. Ama bu şehir, haritalarda değil, rüyalarda çizilir.”


Bölüm VI – Rüyanın Ötesi




Günler geçti. Ya da ben öyle sandım. Zaman, bükülmüş bir çizgi gibi artık bana ait değildi. İstanbul sessizliğe gömülmüştü. Haberlerde Galata’daki kazılarda bir yeraltı geçidi bulunduğu söyleniyordu ama kimse ne gördüklerinden emin değildi. Elif’in adı geçmiyordu. Sanki hiç var olmamıştı.


Ama ben her gece onun sesini duymaya devam ettim.


"Rü’yet... spiral içinde spiral."


Defteri bir kez daha elime aldım. Son sayfasındaki o cümle yavaşça silinmeye başlamıştı. Mürekkep buharlaşır gibi havaya karışıyor, yerini başka bir metin alıyordu. El yazısıyla yazılmıştı ama bu kez benim elimden çıkmamış gibiydi:


“Eğer okuyorsan... eğer bu satırlara gözün iliştiyse, sen de onun yankısısın artık. Unutmak bir kurtuluş değil. Göz açıldığında bir daha kapanmaz.”

Sayfanın ortasında bir mühür belirdi: spiral şeklinde, iç içe geçmiş sekiz çizgi. Aynı işareti bir kez daha Ayasofya’da, sonra Elif’in kolunda görmüştüm. Ve şimdi...


...aynısı sol elimin üstünde yanıyordu.


Bir rüya mıydı bu? Hayır. O artık uyanıktı. Sadece dünyaya değil, bilince uyanmıştı. İnsanların korkularında, tereddütlerinde, kararsızlıklarında büyüyordu. Onun adı Nyarlaz ya da başka bir şey değildi. O, anlatılan hikâyenin ta kendisiydi.


Ben hikâyeyi yazdım.


Ve şimdi o hikâye beni yazıyordu.




Gecenin en karanlık saatinde Tophane’den Boğaz’a baktım. Suların üzerinde kıpırtısız bir yansıma gördüm. Karanlık gökyüzüne işlenmiş spiral bir göz. Beni izliyordu. Bizi izliyordu.


Elif’in sesi, rüzgârın arasında fısıldadı:


“Hiçbir şey sona ermez. Sadece başka bir rüyaya geçilir.”


Ve ben defteri kapattım.


Ama içimde bir ses hâlâ yazmaya devam ediyordu.




SON
 
Son düzenleme:
Geri
Top