Kur'an'da Allah ile kul arasına aracı koymak var. Garip bir şey değil bu. Hayatımızdaki çoğu şeyde aracı ediniyoruz. Problem, aracıyı Allah yerine koyma. Böyle bir şey varsa sıkıntıdır. Fakat böyle bir şey yok zaten tasavvufta. Hiçbir şeyh, evliya vesaire de vahiy uydurmuyor. Dediği şeyi muhakkak Kur'an'dan veya sünnetten delillendirmesi gerek. Vahdet-i vücut ise çok tutulan bir görüş değil zaten. Ehli sünnetin temel görüşü Allah'ın zaman ve mekandan münezzeh olması. Yani, söylediğiniz şeylerin bir kısmı olmayanı oldurma. Bir kısmı ise zayıf bir görüşü tüm tasavvuf camiası benimsiyormuş gibi aktarma.
Öncelikle Kur'an'da Allah ile kul arasına aracı koymak kesinlikle yoktur.
"Kullarım beni sana soracak olurlarsa bilsinler ki ben yakınım. Beni çağırdığı vakit çağıranın çağrısına karşılık veririm. Doğru yolu bulmaları için onlar da bana karşılık vermeli ve bana inanmalı." (Bakara Suresi 186)
"Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın." (Araf Suresi 3)
Bu ayetler bile normal şartlarda yeterli olmalıdır. Allah, kendisinin bize yakın olduğunu ve doğrudan kendisine yönelmemiz gerektiğini bildiriyor. "Allah her şeye şah damarından daha yakındır" ayeti ise mantıksal olarak aracı kavramını çökertiyor. Eğer Allah bize şah damarımızdan daha yakınsa, neden bir aracının gerekli olduğu düşünülüyor? Allah, bizzat "Bana dua edenin duasına icabet ederim." dediği halde, aracı koyma fikri nasıl meşru görülebilir?
Aracıyı Allah yerine koymak dediğimiz şeyi, zaten popüler tasavvufçuların tamamı yapıyor. Said Nursi’nin Geylani’ye dua etmesi bunun en basit örneklerinden biridir. Aynı şekilde Mevlana ve Said Nursi, yazdıkları kitapların Allah tarafından yazdırıldığını açık açık ifade ediyorlar.
"Bu ne yıldız bilgisidir ne remil ne de rüya. Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya Tanrı vahyidir! Sofiler bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet." (Mesnevi, Cilt 4, Beyit: 1852-1854, sayfa 151, MEB Yayınları, 1995 İstanbul)
"Ceviz kadar değersiz bir şeyim kaybolsa, Ey Geylani! Benden sana bir Fatiha! Bana bu şeyimi buldur! desem, buldurur." (Said Nursi)
Bir insan, yazdığı kitabın Allah tarafından yazdırıldığını iddia ediyorsa, bu açıkça vahiy iddiasıdır. Allah’ın bir şey "yazdırması" vahiy değilse, peki vahiy nasıl olur? Bu noktada, Kur’an dışı kaynakları vahiy gibi sunmak, dine insan eliyle ekleme yapmaktır.
"Şeyhin emri, müridin aklına ters gelse bile teslim olmalıdır." (Nakşibendi Tarikatı Prensipleri)
Bu anlayış müridin iradesini tamamen şeyhine teslim etmesini gerektiriyor. Eğer bir şeyh puta tap dese, mürid ona uymak zorunda mı? Bu mantık, kişiyi Allah yerine şeyhine tapınmaya sürükler.
"Hiç kimse bir başkasının günah yükünü taşımaz." (En’am 164)
"Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz." (Nisa 48)
Şeyhin otoritesi ne olursa olsun, Allah’ın emirlerine aykırı bir şey söylerse ona uymak açık bir sapkınlıktır. İslam’da mutlak itaat yalnızca Allah’a ve peygambere aittir.
Vahdet-i Vücut çoğu tasavvufçu tarafından kabul edilmiştir. İbn Arabi, Mevlana, Hallac-ı Mansur, Şeyh Bedreddin, Sadreddin Konevi, Yunus Emre, Abdülkerim el-Cili gibi isimlerin tamamı bu inancı benimsemiştir. Allah’ın zamandan ve mekandan münezzeh olması doğrudur. Ancak tasavvufun bazı görüşleri bu gerçeğe açıkça ters düşmektedir.
Sonuç olarak, Allah’a ulaşmak için hiçbir aracı gerekli değildir. Mevlana ve Said Nursi, yazılarının Allah tarafından yazdırıldığını iddia etmişlerdir. Şeyhe mutlak itaat anlayışı, kişiyi şirk bataklığına sürükler. Vahdet-i Vücut tasavvufun temel öğretilerinden biridir ve açıkça Kur’an’a aykırıdır. Kur’an, yalnızca Allah’a yönelmeyi emreder. İnsanları Allah’a ulaştırıcı olarak görmek, onları ilahlaştırmak demektir.
Ayrıca paylaştığınız ayetlerin hiçbiri aracılık inancını, vesileyi reddetmiyor. Siz sadece öyle olmasını istediğiniz için öyle anlıyorsunuz. Paylaştığınız ayetlerde kastedilen, Allah’ın yaratıcı olduğu ve sebeplerin müsebbibi olduğu. Allah, bütün adete dayalı sebeplerin kendisine dayandığı zat. Başka bir mabud yok. Bunlardan hareketle aracılığa ve vesileciliğe karşı çıkmanız...
Öncelikle, attığım ayetleri tekrar gözden geçirelim:
"Allah’ı bırakıp da kendisine zarar da fayda da veremeyen şeylere tapandan daha sapık kim olabilir?" (Yunus Suresi 106)
Bu ayette açıkça, Allah’tan başka bir varlığa yönelmenin sapkınlık olduğu belirtilmektedir. Eğer evliyalardan medet ummak bir “vesile” olsaydı, burada neden bu kadar kesin bir şekilde reddediliyor?
"Kesinlikle, din sadece Allah'a aittir. O'nun dışındakileri evliya (dostlar) olarak edinenler, 'Onlar bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.' (derler). Ayrılığa düştükleri bu konuda onların arasında Allah karar verecektir. Allah kuşkusuz, yalancıları ve nankörleri doğru yola iletmez." (Zümer Suresi 3)
Bu ayet evliya kültürünü ve Allah’a ulaşmada aracılar kullanmayı kesin bir dille reddetmektedir. Ayette bahsedilen kişilerin de aynen tasavvuf ehlinin dediği gibi 'Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara yöneliyoruz.' demesi oldukça çarpıcıdır. Bugün tasavvufçular, şeyhlerinin ve evliyalarının kendilerini Allah’a daha yakın kıldığını söylemiyor mu? Kur’an bu mantığı açıkça şirk olarak tanımlıyor.
"Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." (Fatiha Suresi 5)
Kur’an’ın en temel ayetlerinden biri olan bu ayet, yalnızca Allah’tan yardım istememiz gerektiğini bildiriyor. Tasavvufçuların iddia ettiği gibi bir aracı olsaydı, bu ayette 'Sana kulluk ederiz ve senden ya da vesile kıldıklarımızdan yardım dileriz.' gibi bir ifade geçmez miydi?
"Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan şeylere dua eden kimseden daha sapık kim vardır?" (Ahkaf Suresi 5)
Bu ayet doğrudan ölülerden yardım isteyen, türbelere gidip medet uman kişilere hitap etmektedir. Ahkaf 5’e göre, kendisine cevap veremeyecek olan ölülerden yardım istemek sapıklık olarak nitelendirilmektedir. Bugün tasavvufçular, şeyhlerinin kabirlerinden yardım istiyor mu, istemiyor mu?
Şimdi ise Vahdet-i Vücut inancını reddeden ayetlere bakalım:
"Göklerde ve yerde kim varsa O’na aittir. Hepsi O’na boyun eğmiştir." (Rum Suresi 26)
"O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir." (Şura Suresi 11)
Eğer Vahdet-i Vücut doğru olsaydı, bu ayetler bir anlam ifade eder miydi? Allah, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” diyor. Vahdet-i Vücut ise “Her şey O’dur, O’nun bir parçasıdır.” diyerek bu ayete taban tabana zıt bir görüş ortaya koyuyor.
Şimdi de tasavvuftaki “gönül vahyi” ve “ilham” kavramının Kur’an tarafından reddedildiğine bakalım:
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim." (Maide Suresi 3)
"De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum; gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyedilene uyarım." (En’am Suresi 50)
Bu ayetler, Allah’ın son vahyini indirdiğini ve bundan sonra kimseye gayb bilgisinin verilmediğini bildiriyor. Ancak Mevlana ve Said Nursi, yazdıkları kitapların kendilerine Allah tarafından yazdırıldığını iddia ediyorlar.
Eğer Allah, dini tamamladığını söylüyorsa, Mevlana ve Said Nursi’nin “gönül vahyi” diyerek yeni şeyler iddia etmesi açık bir sapmadır. Kur’an, Allah’ın vahyine ekleme yapmayı ve dinin tamamlandığını reddetmeyi şirk olarak tanımlar.
Sonuç olarak, attığım ayetler tasavvufun temel öğretilerini çürüten ve açıkça reddeden ayetlerdir. Eğer bir iddia ortaya atıyorsanız, Kur’an’ın bu ayetlere neden açıkça karşı geldiğini açıklamak zorundasınız. “Siz sadece öyle anlamak istiyorsunuz.” demek, ayetlerin anlamını değiştirmez.
Gerçekten çok keyfi bakıyorsunuz. Fakat ben yine de biraz detay vereceğim. Kur'an'dan aracılık, vesilecilik örnekleri getireyim:
Alıntıyı görüntüle
Ayette geçen "vesile" ifadesi mutlak olarak zikrediliyor. Takyid, sınırlama yok. Usul ilminde şöyle bir kaide vardır: "Mutlak bir ifadenin hilafına dair bir delil bulunmadığı zaman ifade mutlak olarak değerlendirilir.” Kısacası, kendisi hakkında nehiy varid olmamış her şeyle tevessül caizdir. Haramlılığı hakkında delil bulunan putlarla tevessül yapmak gibi şeyler dışında Allah'a yaklaştırma ihtimali olan her şeyle vesilecilik yapılabilir. Peygamberler ve salih kullar gibi.
Akla gelebilecek tek makul soru şu: Ölüleri de kapsar mı bu? Yani, salih bir insan olduğuna inandığımız bir ölü ile de vesilecilik yapabilir miyiz? Yoksa sadece canlılarla mı kısıtlı vesilecilik? Ne Kur'an'da ne de sünnette ölülere bunu kısıtlayan mutemet bir şey yok. Zaten kısıtlaması saçma olurdu, vesilecilik hususunda canlı ve ölü arasında ayrım yapmak ancak şu iki inançla mümkün olur:
- Öldükten sonra ruhların yok olduğuna inanmak.
- Bedenden ayrılınca ruhun hiçbir idrakinin kalmadığına inanmak.
Halbuki Müslümanlarda bu iki inanç da yok, ahiret inancı var. Her neyse, başka ayet göstereyim:
Alıntıyı görüntüle
Bu ayette de Maide suresinin 35. ayeti için söylediklerim geçerli. Her neyse, başka ayet göstereyim:
Alıntıyı görüntüle
Bu ayet, Allah resulünün hem hayatında hem de vefatından sonra şefaat edebileceğine delalet ediyor. Ayetteki istiğfar talep etme işi, peygamberin yanına gelme ve onu aracı yapmadan sonra zikrediliyor. Yine ayet, peygamber gibi salih bir zatı aracı yapmanın tövbeye tesiri olduğuna da değiniyor. Dikkat edersen Allah, Allah resulünün kendisi hakkında istiğfarda bulunduğu kişilerin tövbelerini kabul edeceğini "elbette Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı” kısmında "ziyadesiyle" diyerek vadediyor. Yani bilhassa vurguluyor, pekiştiriyor. Halbuki Nisa suresi 110. ayete bakarsan kişinin Allah resulü gibi salih bir zatı aracı etmeden bireysel yaptığı istiğfarda bu "ziyadesiyle" kısmını, yani pekiştirmeyi göremiyorsun. Buradan gayet rahat bir şekilde vesilecilik ile istiğfarın, bireysel istiğfardan üstün olduğunu anlayabilirsin.
Bu kadar misal ile yetineceğim, istenirse çoğaltılabilir. Hadis külliyatının "sonradan uydurulduğunu" iddia ettiğiniz için sadece Kur'an'dan örnekler getirdim. Kısacası, Allah ile kul arasına aracı koymayı yasakladığı falan yok Kur'an'ın. Hatta daha efdal bile gördüğü, teşvik ettiği söylenebilir. Eleştirdiğiniz tasavvuf camiası da bunu yapıyor. Salih insanları vesile kılarak onlarla beraber tövbe ediyorlar. Çünkü bu durumun, bireysel tövbeye ziyadesi olduğunun direkt Kur'an'da geçtiğine inanıyorlar. Fakat siz iki açıdan yanlış bir iddiada bulunuyorsunuz. Hem vesileceğin Kur'an'da olmadığını söylüyor, hem de insanların şeyhlerin Allah’ın gücüne sahip olduğuna inandığını iddia ediyorsunuz. Halbuki hem vesilecilik Kur'an'da var hem de insanlar şeyhlerine Allah gözüyle bakmıyor. İnsanlar tövbeyi şeyhlerine yapmıyor. Sadece şeyhlerini vesile kılarak onla birlikte Allah'a tövbe ediyorlar. Çünkü Kur'an'da da geçtiği üzere bunun bireysel tövbeden hayırlı olduğuna inanıyorlar.
Şimdi sorarım size, keyfi yaklaşmıyor musunuz sizce de? Ona bunu şirk diyorsunuz. Son derece tutarsızsınız.
Öne sürdüğünüz ayetlerin vesileciliği desteklediğini iddia etmeniz, ayetlerin bağlamını ve anlamını göz ardı etmekten kaynaklanmaktadır diye düşünüyorum. Öncelikle Maide 35 ayeti üzerinden yapılan yanlış yoruma bakalım:
"Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda çaba harcayın ki kurtuluşa eresiniz." (Maide 35)
Bu ayette geçen "vesile" kelimesi, aracı kullanmak anlamında değil, Allah’a yaklaşmak için doğru yolu takip etmek ve O’nun yolunda çaba göstermek anlamında kullanılmıştır. Ayetin devamı, bu vesilenin ne olduğunu açıklamaktadır: "O’nun yolunda çaba harcayın." Eğer ayette vesile, bir insan veya şeyh gibi bir aracı olarak belirtilseydi, doğrudan "O’nun dostlarını vesile edinin." gibi bir ifade bulunmalıydı. Ancak burada vesilenin Allah’ın yolunda çaba sarf etmek olduğu net bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Ayrıca İsra Suresi 57. ayeti inceleyelim:
"Bu insanların yalvardıkları o varlıkların Allah’a en yakın olanları bile Rablerine daha yakın olabilmek için vesile ararlar; O’nun rahmetini umar, azabından korkarlar. Rabbinin azabı gerçekten sakınılması gereken bir azaptır." (İsra 57)
Bu ayette de Allah’a en yakın olanların bile doğrudan Allah’a yöneldiği belirtilmektedir. Eğer vesilecilik, Allah’a ulaşmak için bir aracı kullanmak anlamına gelseydi, bu ayette "Bu insanlar Allah’a yaklaşmak için vesile kullanır ve Allah da bunu kabul eder." gibi bir ifade olması gerekirdi. Ancak tam tersine, bu insanların yalvardıkları varlıkların bile Allah’tan medet umduğu vurgulanmaktadır.
Yani, eğer Allah’a en yakın olanlar bile doğrudan O’na yöneliyorsa, başkalarına dua etmek nasıl meşru olabilir?
Şimdi de Nisa Suresi 64. ayeti ele alalım:
"Biz her bir peygamberi, Allah’ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine kötülük ettiklerinde sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileselerdi, peygamber de onlar için mağfiret dileseydi, elbette Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı." (Nisa 64)
Bu ayet, peygamber hayattayken onun yanına gelip tövbe edenlerin, Allah’tan bağışlanma dilemelerine atıfta bulunur. Burada iki nokta çok önemlidir:
Bağışlanmayı sağlayan, Allah’tan doğrudan af dilemektir. Peygamberin rolü sadece dua etmektir. Ayet, peygamber hayattayken geçerlidir. Ayette vefat etmiş birine yönelmekten bahsedilmemektedir. Eğer bu ayet, vesileciliği destekleseydi, ayette "Peygamber öldükten sonra da ona yönelin ve ondan medet umun." gibi bir ifade olması gerekirdi. Ancak böyle bir şey yoktur. Kur’an’ın genel mesajına bakıldığında ise, Allah’a ulaşmada hiçbir aracının bulunmadığı net bir şekilde görülmektedir:
"Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın." (Araf 3)
"Hiç kimse bir başkasının günah yükünü taşımaz." (En’am 164)
"Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan şeylere dua eden kimseden daha sapık kim vardır?" (Ahkaf 5)
Sonuç olarak, sunduğunuz ayetler Allah’a ulaşmak için bir aracı kullanılmasını desteklememektedir.
Tam tersine, Allah’a doğrudan yönelmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Eğer vesilecilik, bir aracı koymak anlamına gelseydi, Kur’an’ın birçok ayetinde Allah’a doğrudan yönelmenin emredilmesi büyük bir çelişki olurdu.
Görüşlerinizi Kur'an'ın açık hükümlerine dayandırmıyorsunuz. Kur'an'ın açık olduğunu düşündüğünüz hükümlerine dayandırıyorsunuz. Açık olduğunu düşündükleriniz çoğu da açık değil. Neyin açık, neyin olmadığını belirleme usülünüz ise tamamen keyfi. Çünkü Kur'an, roman tarzı bir kitap kafanızda. Salt metin üzerinden, yalnızca ayetlerin mealine bakarak anlayabileceğinizi zannediyorsunuz. Halbuki Kur'an kadar bağlam bilgisi gerektiren ikinci bir kitap daha yok dünyada. Arka planda ne olduğunu bilmen şart. Siz ise tüm bu bağlam bilgisini "İslam’a sonradan eklenen tasavvuf, hadis külliyatları ve mezhepsel yorumları" diyerek ekarte ediyorsunuz. Sadece metne odaklanıyorsunuz.
Kur’an’ın açık olmadığını ve anlaşılması için mutlaka ikinci bir kaynağa ihtiyaç duyduğunu savunuyorsunuz. Ancak bu bakış açısı, doğrudan Kur’an’ın kendi ifadeleriyle çelişmektedir. Kur’an, kendi kendini açıklayan bir kitap olduğunu, apaçık indirildiğini ve öğüt alınması için kolaylaştırıldığını defalarca belirtmiştir:
"Şüphesiz biz bu kitabı düşünüp öğüt alsınlar diye apaçık şekilde indirdik." (Yusuf 2)
"Andolsun biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen yok mu?" (Kamer 17)
"Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En’am 38)
Bu ayetler, Kur’an’ın kendi mesajını açıklamada yeterli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Eğer Kur’an’ı anlamak için mutlaka ikinci bir kaynağa ihtiyaç olsaydı, Allah bunu da açıkça belirtirdi. Ancak tam tersine, insanların Allah’ın vahyine ekleme yapmasını yasaklamaktadır:
"Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın." (Araf 3)
Eğer Kur’an anlaşılmak için yetersiz olsaydı, Allah neden yalnızca Kur’an’a uymamızı emrediyor?
Eğer bir kitap, anlaşılması için kesinlikle dış kaynaklara muhtaçsa, o kitabın ‘apaçık ve eksiksiz’ olduğu nasıl söylenebilir?
Bu, Kur’an’ın kendi iddialarını geçersiz saymak olur. Ayrıca, Kur’an’ın bağlamını yalnızca ikinci kaynaklarla öğrenebileceğimiz iddiası da hatalıdır. Çünkü Kur’an zaten kendi bağlamını kendi içinde açıklar. Örneğin, Allah’a şirk koşulmaması gerektiğini söyleyen birçok ayet vardır ve bunların tümü birbirini destekler. Eğer Kur’an’ın ayetleri açıklamak için mutlaka hadislere ve mezhepsel yorumlara ihtiyacı olsaydı, bu durumda hangi mezhebin yorumu doğru kabul edilmelidir? Çünkü tarih boyunca farklı mezhepler ve farklı hadis kaynakları, farklı yorumlar getirmiştir.
Sonuç olarak, Kur’an kendi kendine yeterlidir ve başka bir kaynağa muhtaç olmadan açık ve anlaşılır bir rehber olarak indirilmiştir. Eğer bir insan, Kur’an’ın eksik olduğunu düşünüyor ve ona dışarıdan eklemeler yapılması gerektiğini savunuyorsa, bu doğrudan Allah’ın kitabının eksiksiz olduğunu belirten ayetlerle çelişir.
Kaçırdığınız şey şu: Kur'an, masa başında düzgün bir olay örgüsü ile yazılan bir metin değil. Baştan sona salt meal okuyup hiçbir şey anlayamazsın. Birtakım olayların yaşanmasına karşı peyderpey ayetler inmiş 23 sene boyunca. Bunu şu yüzden belirtiyorum, Kur'an ayetleri bu peyderpey inişten ötürü oldukça kopuktur. Misal, X suresinin ilk üç ayeti Y konusundan bahsederken dördüncü ayete geçtiğinde bir anda Z konusuna atlar. Sonra üç beş ayet daha böyle devam eder, bir bakmışsın tekrar Y konusuna dönmüş ve onun hakkında bir şey söylüyor. Çünkü yaşanan olaylar üstüne icap ettiğinde iniyor ayetler.
Bir sure yalnızca bir konuyu ihtiva edecek, o konu hangi konuysa başka surede değinilmeyecek, ayetler arasında hiçbir kopukluk olmayacak gibi bir iddiası yok Kur'an'ın. Tam da bu sebepten ötürü "sonradan eklendiğini" iddia ettiğiniz sünnete ihtiyaç duyuluyor. Seleften nakledilen rivayetlerle dini anlarız. Rivayet, bizi ayet indiği zaman ne olup bittiği ile buluşturur. Nüzul döneminde ne olup bittiğine bakmadan yapılan her yorum zırvadır. Allah resulünün sözleri, muhataplarının konuştuğu dil, ayetlerin inme sebebi, Arap kültür tarihi ve ayetlerin bağlamıyla bizi o rivayetler buluşturur. O rivayetler nüzul ortamına köprüdür. Onları, yani sünneti bilmezsen elinde kuru bir metin kalır. Herkes heva ve hevesine göre istediği ayeti büker, istediği anlamı çıkartır. Sünnet, bağlam ve sahabenin yaşamından bağımsız Kur'an anlaşılamaz.
Kur’an’ın bir ayette bir konudan bahsederken sonraki ayette farklı bir konuya geçmesini kopukluk olarak değerlendiriyorsunuz. Bu yanlış değil ama budurum Kuranın anlaşılmasında herhangi bir engelde teşkil etmez.
Kur’an bir eğitim ve öğüt kitabıdır. O yüzden bir ayette ahiret konusuna değinirken, hemen ardından sosyal adalet veya ibadetlerle ilgili bir konuya geçebilir. Bu, Kur’an’ın kopuk olduğu anlamına gelmez; aksine, onun kapsamlı bir rehber olduğunu gösterir. Eğer Kur’an gerçekten kopuk bir metin olsaydı, aynı mesajın onlarca sure boyunca bütünlük içinde korunması mümkün olmazdı. Ancak tam tersine, Kur’an’ın tüm bölümleri aynı ana mesajı destekleyerek bir bütün oluşturur.
"Andolsun biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen yok mu?" (Kamer 17)
"Bu, kendinden öncekileri doğrulayan ve her şeyi ayrıntılı bir şekilde açıklayan bir kitaptır." (En’am 114)
"Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En’am 38)
Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Kur’an kendi bütünlüğünü kendi içinde koruyan bir rehberdir. Bir konunun ardından başka bir konuya geçilmesi, Kur’an’ın mesajını daha etkili bir şekilde sunmasını sağlar.
Burada da tamamen keyfi konuşuyorsunuz, farkında değilsiniz. Kur'an'ın apaçık olduğunu belirten ayetler, "Herkes tarafından anlaşılabilir. Eksiksiz ve yeterli bir metindir." demek istemiyor. Apaçık lafzına öyle bir takla attırıyorsunuz ki. Bunun sebebi de dediğim gibi bağlamdan kopuk bir şekilde salt metinden okumaya çalışmanız. Halbuki Allah, biraz dikkat etseniz levh-i mahfûz için de apaçık lafzını kullanıyor Kur'an'da. Peki sorarım, levh-i mahfûz bir insana nasıl sizin kullandığınız mânâsıyla apaçık olabilir? Demek ki apaçık lafzını yanlış kullanıyorsunuz. Esasen "Kur'an'ın Allah tarafından indirildiği apaçıktır." denmek isteniyor. Bu nüansı kaçırdığın an üstüne bina ettiğin her şey zırvadan ibaret oluyor.
Kur’an’ın apaçık olduğunu belirten ayetlerin "herkes tarafından anlaşılabilir" anlamına gelmediğini ve sadece "Allah tarafından indirildiği açıktır" demek istediğini söylüyorsunuz. Ancak bu iddia, Kur’an’ın kendi içinde verdiği mesajlarla çelişmektedir. Çünkü Kur’an, apaçıklığını yalnızca Allah’tan geldiği gerçeğiyle değil, insanların anlayıp öğüt alabilmesi açısından da vurgulamaktadır.
"Şüphesiz biz bu kitabı düşünüp öğüt alsınlar diye apaçık şekilde indirdik." (Yusuf 2)
"Andolsun biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen yok mu?" (Kamer 17)
"Bu, kendinden öncekileri doğrulayan ve her şeyi ayrıntılı bir şekilde açıklayan bir kitaptır." (En’am 114)
Eğer "apaçık" ifadesi yalnızca "Kur’an Allah tarafından indirilmiştir" anlamına gelseydi, neden Allah bu kitabın öğüt almak ve düşünmek için kolaylaştırıldığını özellikle belirtiyor? Bir kitabın öğüt alınması için açık ve anlaşılır olması gerekmez mi?
Ayrıca, "Levh-i Mahfuz’da apaçık olduğu" iddiasını getirerek apaçıklığın insana hitap etmediğini söylüyorsunuz. Ancak Kur’an’ın indiği toplumda Arapça bilen herkes onun ne dediğini anlayabiliyordu. Kur’an, muhataplarına hitaben indirilmiş bir kitaptır ve bunu kendisi de açıkça beyan etmektedir:
"Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız." (Yusuf 2)
Eğer Kur’an’ın apaçıklığı sadece "Allah tarafından indirilmiş olması" anlamına gelseydi, "Düşünüp öğüt alsınlar diye" ifadesinin hiçbir anlamı olmazdı. Çünkü bir şeyin öğüt verici olabilmesi için muhatabı tarafından anlaşılabilir olması gerekir. Kaldı ki, Kur’an "eksiksiz ve yeterli bir kitap" olduğunu da defalarca vurgulamaktadır:
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim." (Maide 3)
"Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En’am 38)
Eğer Kur’an eksik değilse, yeterliyse ve insanlar için apaçıksa, neden onu anlamak için harici kaynaklara muhtaç olalım?
Sonuç olarak, Kur’an’ın apaçık olması sadece Allah tarafından indirilmiş olmasına değil, aynı zamanda insanların anlayabileceği ve öğüt alabileceği bir rehber olmasına da işaret eder. Kur’an yalnızca bir zümreye veya belli bir bilgi seviyesine sahip insanlara değil, tüm insanlığa hitap etmektedir. Apaçık olması da, herkesin onu anlayarak doğru yolu bulabilmesi için bir ilahi kolaylıktır.
Tekrar belirtiyorum, Allah'ın vahyine uyduğunuz yok. Allah'ın vahyi olduğunu zannettiğiniz şeye uyuyorsunuz. Onu da keyfi belirliyorsunuz. Kur'an'ı bir roman gibi salt metin konumuna koyarsanız bu yola sürüklenmekten başka şansınız yok zaten. Geçmiş mesajlarınıza baktım. Namazın kılınış şekline bile karşısınız. "Şu vakitte şu kadar rekat kılınır. Şu sure okunur. Şunlar söylenir." gibi şeyleri batıl görüyorsunuz. Yalnızca eğilip kalkıp Allah'ı anıyormuşsunuz. Ciddi söylüyorum, tasavvuf konuda anlattığınız gibi bir şey bile olsa -ki değil- yapacağı tahrif; sizin İslam adına yaptığınız şu tahrifin tırnağı etmez. Her neyse. Tartışmayı daha fazla büyütmeyeceğim, konuya başka mesaj atmayacağım. Maksadımın anlaşıldığını düşünüyorum. İyi forumlar.
Öncelikle, "Allah’ın vahyine uyduğunuzu zannediyorsunuz ama aslında keyfi belirliyorsunuz" ifadeniz, ciddi bir itham. Benimde zannımca siz Kurandan işinize gelen ayetleri alıp kendinize bir yol yaparak islamla hiç bağdaşmayan sıfırdan oluşturulmuş yeni bir dine inanıyorsunuz. Bu ayetlere yorumunuzu merak ediyorum:
"Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka dostlara uymayın." (Araf 3)
"Bu, kendinden öncekileri doğrulayan ve her şeyi ayrıntılı bir şekilde açıklayan bir kitaptır." (En’am 114)
"Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (En’am 38)
Allah, yalnızca Kur’an’a uymamız gerektiğini açıkça bildirirken, benim Kur’an’a dayanarak görüş belirlemem nasıl keyfi olabilir? Keyfi olan şey, Allah’ın kitabında açıkça bildirmediği hükümleri, insanlar tarafından eklenmiş kaynaklarla dine dahil etmektir.
Kur’an’ı "roman gibi okumak" meselesine gelince, Kur’an kendisinin apaçık olduğunu ve anlaşılmak için indirildiğini söylüyor:
"Andolsun biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Düşünen yok mu?" (Kamer 17)
"Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki anlayasınız." (Yusuf 2)
Bir kitabın apaçık olması ve insanlar tarafından anlaşılması için indirilmiş olması, onun direkt olarak okunmasını gerektirir. Kur’an’ın kendisini açıklayan bir yapıya sahip olduğu, bizzat Kur’an tarafından belirtilmiştir. Eğer Kur’an yalnızca belli bir grup insanın anlayabileceği bir kitap olsaydı, Allah bunu açıkça bildirirdi. Ancak tam tersine, herkesin öğüt alabilmesi için kolaylaştırılmış olduğunu söylüyor.
Namazın kılınış şekliyle ilgili olarak konuyu kısa tutacağım. Maide Suresi 101. ayet, neden Kur’an’da her detayın yer almadığını oldukça net bir biçimde açıklamaktadır:
"İnananlar, açıklandığı vakit hoşunuza gitmeyecek şeyler hakkında sorular sormayın. Kur’an’ın ışığında sorarsanız size açık olurlar. Allah özellikle onlardan söz etmedi. Allah Bağışlayandır, Yumuşaktır." (Maide 101)
Bu ayet, Allah’ın özellikle bazı şeylerden söz etmediğini ve gereksiz detaylarla insanların sınanmasını istemediğini göstermektedir. Bir sonraki ayette ise şu ifade yer almaktadır:
"Sizden önce bir topluluk o tip soruları sordu da, o sorularından dolayı inkârcı oldular." (Maide 102)
Bu da bize, geçmiş toplulukların gereksiz detaylara takılarak sapkınlığa düştüğünü göstermektedir. İşte bu yüzden, namaz konusunda hadislerde yer alan aşırı detayların Kur’an’da bulunmaması son derece doğaldır. Örneğin, "Secde ederken kadınların dirsekleri zemine değmeli, erkeklerde ise değmemeli" gibi hükümler, Allah’ın doğrudan bildirmediği ve insanların kendi yorumlarıyla oluşturduğu konulardır. Ancak Allah, bu tür detaylarla dinin zorlaştırılmasını istememiştir. Sonuç olarak, Kur’an’da yer almayan bu tür ayrıntıları dinin bir parçası haline getirmek, Allah’ın bizden istemediği bir yükümlülük oluşturmak anlamına gelir. Günümüzde insanlar tam olarak önceki topluluğun yaptığı gibi o tip detayları dine ekledi ve bak şimdi kaç tane müslüman namaz kılıyor kaçı inkâr ediyor. Bu sözün haklılığını ortaya çıkarmış gibi duruyor günümüzdeki insan yapısı.
Tasavvuf konusuna dönecek olursak, tasavvufçuların şeyhlere ve evliyalara ilahi nitelikler yüklediği, ölülerden medet umduğu, rabıta gibi uygulamalarla şeyhlerini aracı kıldığı açıktır. Eğer bunların İslam ile bağdaştığını düşünüyorsanız, şu ayetlere nasıl açıklama getiriyorsunuz?
"Allah’ı bırakıp da kendisine zarar da fayda da veremeyen şeylere tapandan daha sapık kim olabilir?" (Yunus 106)
"Kesinlikle, din sadece Allah’a aittir. O’nun dışındakileri evliya (dostlar) olarak edinenler, 'Onlar bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz.' (derler)." (Zümer 3)
"Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." (Fatiha 5)
Bende burada keseyim bazı noktalarda kendimi tekrar etmiş olabilirim ama bu konuda tekrara düşmemek zannımca çokta mümkün değil. Son olarak savunduğunuz insanların zihniyetiyle alakalı Ariflerin Menkıbeleri adlı Mevlana ve oğlunun gözetiminde yazılan kitaptan ufak bir alıntı bırakıyorum yorumunu siz yapın iyi forumlar dilerim
"Mevlana Şems-i Tebrizi'nin Kimya adında bir karısı vardı. Bir gün Şems hazretlerine kızıp Meram bağları tarafına gitti. Mevlana hazretleri medresenin kadınlarına işaretle: 'Haydi gidin Kimya Hatunu buraya getirin; Mevlana Şemseddin'in gönlü ona çok bağlıdır' buyurdu. Bunun üzerine kadınlardan bir grup onu aramaya hazırlandıkları sırada Mevlana, Şems'in yanına girdi. Şems, şahane bir çadırda oturmuş, Kimya Hatunla konuşup oynuyor ve Kimya Hatun da giydiği elbiselerle orada oturuyordu. Mevlana bunu görünce hayrette kaldı. Onu aramaya hazırlanan dostları karıları da henüz gitmemişlerdi. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı kocanın oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems 'İçeri gel' diye bağırdı. Mevlana içeri girdiği vakit, Şems'ten başkasını görmedi. Bunun sırrını sordu ve 'Kimya Hatun nereye gitti?' dedi. Mevlana Şems: 'Yüce Tanrı beni o kadar sever ki istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya şeklinde geldi,' buyurdu. İşte Bayezid'in hali de böyle idi. Tanrı ona daha sakalı bitmemiş bir genç şeklinde göründü."